erotik shop ve cerkes bilgileri999
Odadan koridora çıktık, Kaleçeri aramızda yürüyordu. Doktorlar ve hemşireler koridora toplanıp Kaleçeri’yi seyrettiler, inanamıyorlardı. Kaleçeri kendini toplamış, doğrulmuş, onlara bakarak ve daha iyi yürümeye çalışarak gülümsüyordu.
Ambulans geldiğinde hava kararıyordu. Kaleçeri’yle Suad’ı bindirdim, ambulansın sürücüsüne arabamı izlemesini söyledim, Kaleçeri’yi evine götürdük. Eve geldiğimizde, bizi holde bekleyen diplomalı hemşirenin Afrika asıllı Amerikalı olduğu anlaşıldı, Kaleçeri’yi odasına götürmemize yardım etti.
Yatağına yatırır yatırmaz Kaleçeri parası olmadığından şikâyet etmeye başladı. Aslında kötü döşenmiş ve soğuk odasını gözden geçirirken, kirasını ve elektrik faturalarını çoktan ödediğim için endişelenmemesini söyledim. Odadaki tek lüks televizyondu. Yatağında sıcak bir yorganı bile yoktu. Bu nedenle, arabamdaki sıcak battaniyeyi getirip üzerine örttüm. Sonra, buzdolabının boş olduğunu görünce en yakındaki dükkâna git-'1' aldım, Kaleçeri’nin buzdolabını her tür yiyecek ve
46o KADİR NATHO
soğuk içecekle doldurdum. Sonra telefon numaramı hemşireye verdiı^ Kaleçeri ne zaman güçlük çıkarırsa beni aramasını söyledim, Suad’labir. likte New York’a döndüm.
Sabahın birinde Paterson’dan bir polis memuru aradı, Kaleçeri o gece kendisine bakan iki hemşireyi ölümle tehdit ettiği için hemen oraya gitmemi söyledi. Yatağından kalkamayan hasta bir adamın birini nasıl öldürmeye çalışabildiğini sordum ama polis gidip kendim göreyim diye
Suad, beni yalnız başıma göndermeyeceğini söyleyerek benimle geldi. Sabahın iki buçuğunda Paterson’a geldik, arabamı park ettik, asansöre binip dokuzuncu kata çıktık. Eve girdiğimizde Kaleçeri yatağında yatıyordu, iki polis memuruyla iki hemşire masaya oturmuş, sohbet ediyordu. Selam verdim, beyaz ve yaşça daha büyük hemşirenin neden orada bulunduğunu merak ettim. Onu daha önce görmemiştim.
Kaleçeri’nin hemşiresini benim tuttuğumu polis memurları zaten biliyorlardı. îki tarafın da anlattıklarını kayda geçtiklerini söylediler, sonra Kaleçeri’yle nasıl bir ilişkim olduğunu sordular. Yalnızca arkadaşı olduğumu öğrenince, “Arkadaşınıza ne yapılması gerektiğine bu hemşireler ve siz karar verin!” deyip gittiler.
Beyaz hemşirenin, Kaleçeri’ye her gün kaç saat ve nasıl bir bakım yardımı gerektiğine karar veren başhemşire olduğu anlaşıldı. Çok heyecanlıydı, hâlâ titriyordu.
îki hemşireyi Kaleçeri’nin yanına oturtup ona hemşirelerle neden kavga ettiğini sordum. “Öbür odada yapacak hiç işleri yok. Nedeni bu” dedi.
Hemşirelere onun ne dediğini açıkladığımda, başhemşire sinirlendi. Her tarafı titreyerek, “Tabancasını bize doğrulttuğunda başka ne yapabilirdik? Bizi öldürmeden önce o odaya kaçıp kapıyı kapamak zorunda kaldık. Bundan sonra bile her an kapıyı kırıp bizi öldüreceğini sandım. Neyse ki komşular gürültüyü duyup polis çağırdılar. Tanrı’ya şükür, kapıyı kırmadan polis geldi!” dedi.
“Kapıyı nasıl kırabilir?” Hasta ve güçlükle yerinden kalkıyor” dedim.
Kaleçeri söylediklerimizin birçoğunu anlamıyordu. Amerika’da yaşadığı bunca yıldır İngilizceyi öğrenmemişti.
Kaleçeri hiçbir şey söylemeden öfkeyle ona bakıyordu. İki kadını böyle korkuttuğu için kendinden utanması gerektiğini söyledim.
Başhemşire, “Polis memurları tabancayı ondan alamadılar” dedi. “Polis bana böyle dedi.” Sonra bana baktı. “Tabancayı ondan almazsanız ne ben gelirim ne de ona baksın diye kimseyi gönderirim. Dört çocuğum var! Öksüz kalmalarını istemem. Tabancayı ondan almazsanız ona yardım etmesi için hemşire göndermeyeceğim. Bunu söyleyin ona” dedi, Kaleçeri ye bakarak.
Ona başhemşirenin ne dediğini söyledim, karar Kaleçeri’ye kalmıştı. Suad’la benim ona bakmamızı beklemesin diye uyardım, çünkü biz yorulmuştuk. Kısa bir sessizlikten sonra tabancasını bana uzattı. “İşte” dedi, “al. İstediğim zaman geri getirirsin.”
Başhemşire ona teşekkür etti, diğer hemşireyle birlikte mutfağa gitti.
Kaleçeri, “Tiphorelf, lütfen şunu yerine koy” dedi. Yana yatmış televizyonu gösteriyordu. Her nasılsa devirmiş olmalıydı. Yerine koymak için gittiğimizde Suad televizyonun altına yapışmış bir kâğıt parçasını fark etti. Ameliyatından önce yatırdığı 40.000 dolarlık mevduat sertifikası için bankasının verdiği makbuzdu. Ona gösterdiğimde, “Bunu arıyordum” dedi, pijamasının cebine koydu.
Ona iyi geceler diledik, tabancasını da alıp New York’a döndük.
Kaleçeri bir hafta sonra beni arayıp hemşireyi kovduğunu söyledi, tabancasını geri vermemi istedi. Eski bir asker olduğunu, öldüğünde tabancasını ateşleyip kendisiyle birlikte gömsünler diye, tabancasının yanında bulunmasını söyledi.
O tarihte arkadaşlarım, Kaleçeri’nin zenci bir hemşire tuttuğumu, evini soymasına izin verdiğimi anlattığını söylediler. Bu nedenle, Suad’ın onun için pişirdiği haliveleri alıp birlikte ona gittiğimizde bana ne diyeceğini merak ediyordum. Ama bizi her zamanki gibi sevinçle karşıladı, yatağında oturarak, keyifle bize “tiphorelf” ve “nıse” dedi.
Yanına oturdum, tabancasını geri verdim. Derbeder ve oldukça zayıf görünüyordu. Suad çay yaparken, kendisini nasıl hissettiğini sordum. îy/ olduğunu söyledi, içinde bulunduğu sefil durumu itiraf etmek istemeye rek, buğulu gözlerini benden kaçırıyordu.
462 KADİR NATHO
miyorsun, yine de hemşirenin işine son verdin. Neden?”
“Ona güvenmiyorum” dedi. “Hepsi bu!”
“Senin sorunun da bu!” dedim. “Kimseye güvenmiyorsun. Senin herkes üçkâğıtçı, herkes hırsız. Ama gücünü kazanıncaya kadar sana y,, dım edecek, en azından alışverişini ve yemeğini yapacak birine ihtiyacı^ var. Biz sana bakmak için her gün New York’tan buraya gelemeyiz. Bana güvendiğin tek bir Çerkesin adını söyle. Herkes senin iddia ettiğin kadai kötü olamaz. Bir iki haftalığına sana bakmasını isteyebileyim diye güven-diğin birinin adını söylemelisin.”
Kaleçeri bir süre somurtarak sesini çıkarmadan oturdu, sonra “Hüseyin Habohu. Hüseyin Habohu’yla konuş” dedi.
“Güzel” dedim. “Konuşurum onunla.” Amerika’ya ilk geldiğimde Hüseyin Habohu bana deri ceket almıştı. Sarışın, güçlü kuvvetli bir adamdı, eşi UkraynalIydı. Bu ülkeye geldikten kısa süre sonra onunla Subzoko’nun evinde tanışmıştım.
O sırada Suad sofrayı kurmuştu, Kaleçeri’yle birlikte halive yiyip çay içtik. Yakındaki bir dükkândan bakkaliye aldık, mutfağına ve buzdolabına koyduk, beni çağırdığında yatağına uzanmış yatıyordu. “Tiphoreir dedi, “gitmeden önce gözüme damla damlat. Şu küçük masanın üzerinde.” Yanındaki masayı gösterdi.
Şişeyi alıp iki gözüne birer damla damlattım. Anında “VayIVay! Gözlerimi yaktın! Gözlerimi yaktıııın!” diye bağırdı birden.
Suad koşarak geldi, onu sakinleştirmeye çalıştı, ne olduğunu sordu, ama yararı olmadı. Aynı sözleri tekrar ederek bağırmaya devam etti.
Korktum, “göz damlasının” etiketine baktım. Göz damlası değildi; nasır ilacıydı! Gözlerini yakıp onu kör edebilir fikriyle dehşete kapılarak şişeyi cebime koydum. Gözleri korkunç sulanıyordu.
Sonunda onu sakinleştirdik, iyi geceler dileyip gittik. Onun görüş mesafesinden çıktıktan sonra ne olduğunu Suad’a açıkladım. “Adama güvendim, etiketi okumadan gözüne nasır ilacı damlattım! Gözlerini yakmasından korkuyorum! Kör olursa kendimi hiç affetmem” dedim.
Suad da çok korktu, Kuran’dan sureler okuyarak Tann’ya dua etmeye başladı.
O akşam Hüseyin Habohu’yla konuştum, Kaleçeri’ye gidip birkaç gül yardım etmesini istedim. Kendisine kötü davranacak o zalime gidip
bir şey yapmayacağını söyleyerek önce kesinlikle yanaşmadı, ama sonunda gidip Kaleçeri ye yardım etmeye ikna ettim.
Daha bir hafta geçmeden Hüseyin Habohu beni aradı, beklediği gibi, Kaleçeri’nin kendisine kötü davrandığını, evinden kovduğunu söyledi.
Birkaç gün sonra Suad’la Kaleçeri’yi görmeye gittik. Bastonla yürüdüğünü görünce şaşırdık, rahat bir nefes aldık. Daha iyi gördüğünü, kendini daha iyi hissettiğini söyledi. Nasır ilacı gözlerindeki kataraktı mı yaktı diye merak etmeden kendimi alamadım. Bir süre sonra Hüseyin’i neden küstürdüğünü sordum.
“Bana getirdiği kızarmış tavukların parasını almıyordu serseri! Nedeni bu” dedi.
“Sen Çerkeş değil misin Kaleçeri?” diye sordum. “Hasta arkadaşına hediye götürerek ziyaret etsen, hediyeleri ona versen, karşılığında sana para ödemeye çalışsa ondan para alır mısın? Adetlerimizi unuttun mu? Ondan böyle bir şey yapmasını nasıl beklersin?”
“Ondan bedava hiçbir şey almayacağım” dedi.
Onunla tartışmanın yararsız olduğunu anladım. Her nedense kimseye güvenmiyor, bu nedenle, küsmek için her zaman bahaneler buluyor, yanma yaklaşan insanları kaçırıyordu. Güveni ve zihinsel huzuru tecrit edilmişlikte ve yalnızlıkta bulmayı belki yaşamı öğretmişti ona... Neyse, kendini daha iyi hissettiğini ve iyileştiğini görünce onu daha az sıklıkta ziyaret etmeye başladık. Belki arkamdan söylediği kötü şeylerin de bunda payı vardı.
Kaleçeri’yi iki hafta sonra görmeye gittiğimizde daha iyi durumda bulduk. Üç polis memuru evine daldığında oturmuş sohbet ediyorduk.
Onlar için ne yapabileceğimi sordum. Biri, “birinin holde tabancayla koştuğuna dair bir telefon geldi” dedi.
Bunun bizimle ne ilgisi olduğunu sordum.
“Bazı komşular bu evde oturan kiracı olabileceğini sanıyorlar” dedi.
Bu kiracının hasta olduğunu, yattığını söyledim.
Başka bir polis memuru Kaleçeri’ye baktı, “Onu tanıyorum’ Market Sokak’taki dükkânın sahibine tabancasını doğrultmuştu” dedi.
Üçüncü polis memuru da ona katıldı, “Ben de tanıyorum. Çevrede sorun çıkarır, her zaman kavga eder, halkın gözünü korkutur. Tabancalı adam o!” dedi.
oturuyordu.
Memur tabancası olup olmadığını sordu. Kaleçeri büyük bir
ağırbaşlılıkla memura baktı, tabancasını ve ruhsatını verdi.
Polis memuru dikkatle inceledi, bana dönerek, “bu tabancayı taşiuj sına izin vermemelisiniz” dedi.
“Memur bey, bu sizin yetki alanınıza giriyor, benim değil!” dedİD, “Ben arkadaşıyım yalnızca.”
Polis memuru tabancayı boşalttı, mermileri yanma aldı, tabancaylamk satı Kaleçeri’ye geri verdi, ona selam verdi, meslektaşlarıyla birlikte gitti, Kaleçeri bir süre sessizce oturdu, gözlerini evin kapısına dikmişti Sonra bana baktı. “Tiphorelf” dedi öfkeyle, “hiçbir şey söylemeden mermilerimi almalarına izin verdin. Git! Bana onları geri getir!”
Ona neden itaat ettiğimi bilmiyorum. Çerkeş yetişme tarzının içime kök saldığı geleneksel saygıdan değilmiş gibi, ama polis memurlarının arkalarından koştum, holde asansörü beklerlerken yetiştim, mermileri bana geri vermelerini söyledim. Doğal olarak, geri vermeyi kabul etmediler. Bunun yerine biri, “Yaşlı adamın elindeki özel ruhsat tabancayı ondan abamı engelliyor ama mermiler için bir şey demiyor. Ona böyle söyleyin” dedi.
Kaleçeri ye eli boş döndüm, ne olduğunu açıkladım. “Öyleyse” dedi, “yatak odama git. Gardırobun ikinci çekmecesinin arka köşesinde, solda içinde mermiler bulunan küçük bir tahta kutu var. Onu bana getir.” Oraya gittim, gerçekten de bir kutu dolusu mermi vardı, en az beş yüz mermi! Mermileri ona vermeye korktum. Mermi kutusunu tuvalete götürüp koydum, Kaleçeri nin yanına döndüm. O çekmecede mermi olmadığını söyledim. Ona söylediğime içerleyerek bir şey mırıldandı ama gidip bakmaya çalışmadı.
Bir gün Market Sokak’ta arabayla giderken, Kaleçeri’nin, Paterson belediye sarayının önündeki uzun bankta buyurgan bir havayla oturup kaldırımda yürüyen yayaları seyrettiğini, gölgedeki serin esintinin keyfini çıkardığını gördük. Tamamıyla iyileşmesine sevinerek Suad’a gösterdim, gidip ona merhaba demek için arabayı yolun kenarındaki park yerine çektim. Ancak daha yanına gitmeden, bağırdığını duyunca şaşırdık, bankta yanına oturmak isteyen iki adamı bastonunu sallayarak kovuyordu. Bin görünce banktan kalktı, tatlı tatlı gülümseyerek karşıladı.
Selâmlaştıktan sonra bu bankların halk için yapıldığını, başka insan-
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 465
lan kovmaya hakkı olmadığım söyledim, ama sözümü dinlemedi. “Başka yere otursunlar, buraya, yanıma değil!” dedi.
Tam olarak iyileştiğini gördüğümüze sevinerek, birkaç dakika sohbet edip gittik.
Kaleçeri, bana telefon edip, yönetici kendisini evden çıkardığı için gidip kendisini görmemi söylediğinde uzun zamandır onu görmemiş ve haber almamıştım. Meşgul olduğumu, gidip kendisini göremeyeceğimi söyleyerek defalarca onu başımdan savdım ama kötü durumda olmasaydı beni aramayacağını bildiğimden, elimde olmadan onun için üzülüyordum. Sonunda Şahançeri Liy’le Suad’ı de alarak onu görmeye gittim.
Onu evinin arka bahçesinde, bastonunu tutmuş, uzun bir bankta tek başına otururken bulduk. Özellikle orta gelir düzeyine sahip yaşlılar için inşa edilen bir gökdelenin yirminci katındaki dairesinde yaşıyordu. Bahçede oturduğu yer, renkli ve hoş kokulu çiçek tarhlarının çevrelediği yemyeşil ağaçların gölgesinde, hoş esintili bir yerdi. Çiçekler için ideal bir mevsimdi.
Kaleçeri bizi görünce yüzü ışıldayarak banktan kalktı, çok kibarca karşıladı, bizimle el sıkıştı, evine davet etmekte ısrar etti. Burada kalmayı tercih ettiğimizi söyledim, ev sahibiyle sorununu açıklamasını istedim.
Evden çıkması için yapılan ihbarın evde olduğunu söyledi, yukarı çıkıp getirdi. İngilizce ve Rusça yazılmıştı. Kaleçeri kiracıları tehdit etmekle ve dövmekle suçlanıyordu. Binada oturan yaşlıların yüzde sekseni bunu imzalamıştı. Kısacası, başı ciddi beladaydı.
“Kaleçeri! Neden insanlarla geçinemiyorsun? Birine vurdun, değil mi?” dedim.
Cevabı, “Başka ne yapabilirdim? Burada böyle oturuyordum” oldu. Bunu, ellerini kucağına koyarken söyledi. “Adam üzerime atladı, boynumu tutup sıkmaya başladı! Vurmak zorunda kaldım.”
Bunun çok ciddi olduğunu söyledim. Onu evden çıkarırlardı.
Yöneticinin, binadaki ofisine gittim ama yerinde değildi. Telefon numarasını bulup onu aradım, Kaleçeri hakkında konuşmaya çalıştım ama benimle tartışmak ya da görüşmek istemedi. Kaleçeri’nin yanına gittim, avukatın var mı, diye sordum, var dedi.
“Gidip onu görelim” dedim, gittik. Market Sokak’a geldiğimizde Su-ad’ı restorana bıraktık. Şahançeri, Kaleçeri ve ben avukata gittik, onun yazıhanesi de Market Sokaktaydı.
Kaleçeri’nin avukatıyla ben birbirimizi tanıdık, el sıkıştık, şaşkm mutluyduk. Yugoslav asıllıydı. Daha gençken, yani on beş yıl kadar önce Çerkeş Hayır Derneğimizin para toplama amacıyla akşam balolarınıdü zenlediği Paterson’ın Main Sokak’ındaki Plaza Hall’da sık karşılaşırdık Selâmlaştıktan sonra bana, “Sana nasıl yardım edebilirim?” dedi.
Arkadaşım Kaleçeri’nin onun yardımına ihtiyaç duyduğunu söyledim durumu açıkladım.
“Senin için her şeyi yaparım ama onun için yapmam... artık!” dedi. “Ona ev buldum. Eski ev sahibine, onu evden çıkardığında dört yüz dolar ödettim. Yine de, ‘Bak Kaleçeri, zamanım ve çabam karşılığında senden para almayacağım. Evrak giderleri için yalnızca on dolar öde’ dedim. Ne yaptı, biliyor musun? Bana para ödememekle kalmadı, kabaca habret etti. Bu nedenle, onun için hiçbir şey yapmam. Başka avukat bulsun.”
Bunu umursamadan, sonunda avukatı Kaleçeri’ye yardım etmeye ikna ettim, onun için ne yapması gerektiğini sordu. Binanın yöneticisini arayıp ona kesin bir dille yaşlıları evlerinden çıkarıp öyle sokağa atamayacağını, bu ülkenin yasalarının onları tam anlamıyla koruduğunu söylemesini istedim.
Avukat telefonu kaldırdı, yöneticiyle konuştu, müvekkiline kötü davranır ve haklarını çiğnerse dava açmakla tehdit etti. Yardımı için ona teşekkür ettim, bu hizmetleri karşılığında ne ücret ödeyeceğimizi sordum, on dolar dedi.
Kaleçeri’nin hakkımda yaydığı iftira nedeniyle, onun için para ödemek istemedim, avukata ödeme yapmasını söyledim. Kaleçeri cebine uzandı, yirmi dolar çıkardı, on doları bulunmadığını, yalnızca yirmi doları bulunduğunu söyledi.
“Yirmi doları ver, bozar” dedim.
Kaleçeri söylediğimi yaptı. Avukat parayı cebine koydu, bozmadı.
Kaleçeri on doları geri istedi, avukat, “Bana on dolar borçlu olduğunu unuttun mu?” dedi. Gülümsedi.
Kaleçeri yanına gitti, diyerek sarıldı.
Restorana, Suad’ın yanına gittiğimizde, Şahançeri Liy, Kaleçeri’ye bu ülkede yaşlıların yasayla korunduklarını, bu nedenle, hiç kimsenin onu evinden çıkaramayacağını anlatmaya başladı.
“Beni iyi dinle, Kaleçeri” dedim.
Gülümseyerek, “Evet, tipkorelf!” dedi.
174 Bratima - Yugoslavca “kardeşim”.
ÇERKESVA'DAN AMERİKA'YA 467
“Oturduğun binada kiracıların yüzde sekseni imzalarsa, seni evden çıkarmakla kalmazlar, akıl hastanesine bile yatırırlar!” dedim.
“Biliyorum, tipkorelf” dedi. “Bir kere yatırmışlardı, üç ay kalmıştım orada!”
JCarabit’le Sorun
1983 Mart ayının başında Çeçen Davut beni arayıp Karabit Koşun New York’ta Columbian Presbyterian Hastanesine kaldırıldığını söylediğinde, derneğimizin Çerkeş çocuklarına ders vermekle ve inşaat projesine para toplamakla çok meşguldüm. Doğal olarak, onu hastanede ziyaret etmeye başladım, çünkü Kaleçeri ve diğer yaşlı Çerkeş sığınmacılar gibi o da İngilizce konuşamıyordu, bakacak kimsesi de yoktu. O tarihte doksan yedi yaşını geçmişti. Topluluğumuzun en yaşlı Çerkesiydi, ama nispeten sağlıklıydı ve New Jersey’nin Paramus ilçesinde George Washington Anıt Mezarlığı’nda yazları hâlâ çalışıyordu.
İkinci ziyaretimde Karabit’in alnında şişkin bir yumru fark ettim, ne olduğunu sordum. Açıklamaya utandı, zeki kahverengi gözlerini kırpıştırarak bir süre duraksadı. “Biliyorsun” dedi, “dün akşam bana bir ilaç verdiler, yataktan çıkmamamı ama hemşireyi çağırmamı ve her şeyi yatakta yapmamı söylediler... Onları dinlemedim. Dinleyemezdim. Tuvalete gittim, gelirken düştüm.”
Bu, bir Çerkesin yapamayacağı şeylerden biriydi. Hemşireyi çağırmak ve “her şeyi yatakta yapmak” onun saygınlığına yakışmazdı. Sonuç buydu.
Daha sonraki ziyaretlerimde Karabit, kendisinden çok kan aldıklarından şikâyet etmeye başladı. Sağlığı gözle görülür biçimde bozulmaya başlamıştı. Genel kontrol için onu farklı bölümlere, kalp, solunum vb. götürmeye de başlamışlardı. Başının hiç ağrımadığını, hasta olmayı hiç umursamadığını iddia eden adam ölümden korkuyordu ve kendisini eve götürmemi istemeye başladı. Başhemşireye Karabit’in doktoruyla konuşmak istediğimi söyledim, yararı olmadı. Bütün bir ay böyle devam etti bu. Son ziyaretimde Karabit, kâseler ve kaşıklar elinden düşecek kadar güçsüzleştiğini, terliklerini artık hissetmediğini söyledi. Çok kısa sürede hastaneden çıkarmazsam öleceğini bile söyledi. Ne yazık ki yakın akrabam olmadığı için bunu yapamazdım.
Bir akşam telefonum çaldı. Ahizeyi kaldırdım, Karabit’in doktoruydu.
O gün doktorların toplantı yaptıklarını, ertesi sabah Karabit’i ameliyat etmeye karar verdiklerini söyledi.
“Doktor” dedim, “hastanenize nispeten sağlıklı gelen, korkudan güçlükle konuşabilecek kadar zayıf ve güçsüz düşen adamı nasıl ameliyat
408 KADİR NATHO
edersiniz? Siz onu, o da sizi anlamadığı için, onun hakkında sizinki nuşmaya çalıştım ama bunca zaman siz benimle konuşmaya yanaşın nız. Son bir aydır, bana hemşirelerin kendisinden çok kan aldıklarmj'^' şikâyet ediyor. Bu onu o kadar çok korkutuyor ki iştahını kaybetti, düzgün yemek yemeği bıraktı, ölümün eşiğine geldi. Bugün gördüm om, O kadar güçsüz ki ameliyat onun için ölümcül olur.”
Kabaca sözümü keserek, “Doktorlara ne yapacaklarını siz söyleyemez siniz” dedi.
“Öyleyse beni iyi dinleyin doktor” dedim, “Onu ameliyat edersenizve ölürse son kuruşuma kadar sizi dava ederim!”
Ahizeyi küt diye kapadı. O kadar öfkeliydim ki bütün gece uyuyamadım,
Ertesi sabah saat onda telefonum çaldı, ahizeyi kaldırdım. Aynı doktor, “Bay Natho’ya konuşabilir miyim?” dedi.
Sesi tanıdım,'“Benim” dedim.
“Bay Natho” dedi, “bir toplantı daha yaptık, doktorlar Karabit Koşu ameliyat etmemeye karar verdiler. Bugün hastaneden çıkacak. Onu eve götürebilirsiniz ama iki hafta içinde kontrole gelmeli.”
Ona teşekkür ettim, hastaneye koştum. O öğleden sonra Karabit’i aldım. Gün ışığına çıktığımızda Karabit’in gözlerinin son derece donuk ve ifadesiz olduğunu görebildim. “Karabit” dedim, “şimdi seni evine götürmüyorum, çünkü yemeğini pişirecek, sana bakacak kimsen yok. Benimle geliyorsun, gücünü yeniden kazanıncaya kadar bizimle kalıyorsun.” Su-ad’ın ona kendi babasıymış gibi iyi bakacağını iyi bilerek, taksiyle onu eve götürdüm.
Birkaç gün sonra matbaadan eve geldiğimde Tim Nahuş’un evimde konuk olduğunu görünce şaşırdım. Karabit, New York’a gelip kendisini Paterson’a götürmesini istemişti.
Bunu yapacağını düşünmemiştim, ama eve gitmek istemesinin kendince nedenleri olmalıydı. Bize yük olmamak için mütevazılığından ya da kendisinden bir şey bekleyebileceğimiz korkusundan yapmıştı, ama gitmeden önce görgü kurallarına uyarak bize bol bol teşekkür etti.
ÇERKESYA’DAN
On Sekizinci Bölüm
ANAYURDU ZİYARET
Hayal ve Korku
Anayurdumdan ayrddığımdan beri en büyük arzum doğduğum yere gitmek, akrabalarımı ye arkadaşlarımı görmek, onlara sarılmak ve o bildik sıcaklığı ve ancak çocukluktaki yetişme tarzı ve büyümeyle gelişebilen bağı kısa süreliğine de olsa yeniden hissetmekti. Ancak 1970’lerin sonunda uzun zamandır beslediğim bu hayali gerçekleştirme fırsatı çıktığında korkmaya başladım. Oraya gitmenin, savaş sırasında akrabalarımın ve arkadaşlarımın başlarına gelen üzücü olayları yeniden canlandırmasından korkuyordum. Akrabalarımı ve arkadaşlarımı görmenin keyfini çıkaracağıma gece gündüz üzülüp acı çekecektimi
Yine de, hiçbir korkunun böyle bir hayalin içine yerleşen arzuyu hafifletmeyeceği ortaya çıktı. Dahası ağabeyim Nacib’le bazı arkadaşlarım, en azından kısa bir ziyaret için olsun beni yurda dönüp kendilerini görmeye sürekli teşvik ederek bunu ateşlemiş olmalıydılar. Ayrıca Suad da kendisini oraya götürüp akrabalarımla tanıştırmam için aklımı çelip duruyordu.
Sizin anlayacağınız, 1975’te Suad Amman’dan yetmiş altı kişilik bir Çerkeş turist grubuyla anayurdu ziyaret etmiş, Moskova, Leningrad, Krasnodar, Maykop ve Nalçik turu yapmıştı. Dolayısıyla, beni tekrar oraya gitmeye ve kendisini de götürmeye teşvik etmek için, Maykop ve Nalçik’te yaşayan yerel Çerkeslerin kalabalık bir halde onları ne kadar
470 KADİR NATHO
sıcak, ne kadar konukseverlikle karşıladıklarını, aralarında akrabalj aramaya başladıklarını tekrar tekrar anlatıyordu. Sonra Sadiye’yle eşi ' hammed-Hayr Hakuz (Hekuj) 1982’de Amman’dan bir Çerkeş grubyyij anayurda gittiler, Krasnodar’da mola vererek, ağabeyim Nacib’i ziyjfç^ ettiler. Nacib, Suad’ı anayurda götürmeye beni ikna etmeleri için onlaı, ısrar etmişti.
Sonunda Suad’la kardeşi Sadiye uzun zamandır arzu ettiğim ve ço|( korktuğum bu adımı atmaya beni ikna ettiler. Sonuçta 1983’te ağabeyimden gereken davet mektubunu, Rusya konsolosluğundan vizeleri ve Rusya’ya gidiş dönüş uçak biletlerini aldık, hediyelerle dolu dört kocaman valizle JF Kennedy Havaalanı’ndan yola çıktık.
20 Nisanda Moskova’ya geldik. Heyecanlıydık, hem korkuyordu! hem de mutluyduk. Sonuçta, kırk yıl, hayır, tam olarak kırk yıl yirmi yedi gün ayrılıktan sonra yurduma ve sevdiklerime dönüyordum! Hepsini tanıyabilecek miydim? Beni nasıl karşılayacaklardı? Anayurda uçarken kafamın içinde bitmek bilmeyen sorular dönüp duruyordu.
Moskova Gümrüğünde Sorun
Moskova’da gümrüğe gelip kuyrukta yerimizi aldığımızda yaşlı bir memurun hizmet verdiği bir banko aramaya başladım. Uçak biletlerini aldığım turizm şirketi böyle yapmamı öğütlemişti, çünkü böyle bir insan gençlerden daha anlayışlı ve hoşgörülü olurdu. Ancak biz seçme şansı bulamadan, bir görevli dosdoğru bana ve Suad’a doğru geldi, bizi bir kadınla bir erkeğin hizmet verdiği bankolardan birine götürdü. Dostluk göstermeye çalışarak güler yüzle selam verdim ama ikisi de selamımı duymazlıktan geldi.
Adam, gözlerimize bakmadan, sertçe “Valizleri açın! Hepsini!” dedi, Biz valizleri açar açmaz kadın aynı tavırla aramaya başladı. Her şeyimizi kalem kalem incelerlerken söyledikleri her sözcük kısa ve düşmanca bit tondaydı. Her şeyi seçip ayıkladıktan sonra dolar ve seyahat çeki olarak bütün paramızı saydırdılar; hepsi kırk beş bin doların üzerindeydi, Bundan sonra kadın, Suad’ın üzerindeki ve çantasındaki bütün mücevherleri incelemeye başladı, listesini çıkardı, taktığı altın kolyenin fotoğrafını bile çekti. Bu arada el koydukları eşyaların arasında yarım düzine kot pantolon, dört deri kadın ceketi, iki stereo çalar, çok sayıda ayakkabı, bir düzinenin üzerinde ipek çorap ve eşarp, yarım düzine yün şal vardı. Bundan sonra bir memur bizi bir ofise götürdü, el koydukları eşyaları, orta yaşlı, hoş yüzlü, kibar bir kadının oturduğu masanın yanma yığdı.
Kadına Rusça selam verdim, bize çok sert ve insafsız davrandıkla-
ÇERKESVA'DAN AMERİKA'YA 471
rından şikâyet ettim. “Bunları satmak için buraya getirmedik” dedim.
“Bunlar kırk yıldır görmediğim köyümdeki akrabalarıma ve arkadaşlarıma alınan hediyeler! Bunca yıl sonra onlara eli boş gidemem! Eşim ele öyle! Gümrükteki insanlar neden bunu anlamak istemiyorlar?”
Acıklı görünüyor olmalıydım. Rus kadın bana bakıp dinlerken gözleri yaşlarla doldu. “Yasaya uymalıyız... yasamıza, sevgili yoldaş!” dedi. “Getirdiğiniz eşyaların sizin ülkenizde değil, burada özellikle Moskova’da çok pahalı olduğunu bildiğinizi sanmıyorum!” Deri kadın ceketlerinden birini gösterdi. “Örneğin, bu ceketler” dedi, “her birini dört yüz dolardan daha azına alıyorsunuz ama burada her birini bin dolara çok kolay satabiliyorsunuz, hatta daha da fazlasına. Kot takımlar, stereolar, ayakkabılar, yün şallar filan da öyle.” Çevresine bakındı, bize eşlik eden memurun gittiğini görünce “Bunlara dolar üzerinden gümrük vergisi ödemek akılsızlık” dedi. “Maliyeti ikiye katlanır. Ama Moskova’da Rus rublesi alabileceğiniz arkadaşlarınız varsa gümrük vergisini yarıya indirebilirim.”
Yardımcı olmaya çalıştığı için teşekkür ettim, ne Moskova’da arkadaşım olduğunu, hatta ne de kimseden borç ruble almayı düşündüğümü söyledim.
“Bu durumda” dedi, “el koyulan her kalemin listesini çıkarıp karşılığında makbuz vermeliyim. Yasa böyle.” Gülümsedi, “Ama Amerika’ya dönerken geri isteyebilirsiniz.”
Sayesinde arkadaşlarımın ve akrabalarımın çoğuyla eli boş karşılaşmak zorunda kaldığımız el koyma yasasının anlamsızlığını düşünürken, bana kendimi daha iyi hissettirdiği için kadına teşekkür ettim.
Bu arada nazik Rus kadını el koyulan kalemlerin listesini çıkarmayı bitirdi, zahmet verdiği için özür diledi, makbuzu verdi, serbestçe gidebileceğimizi söyledi.
Ona teşekkür ederek, diğer valizlerimizi toplamaya başladık. Diğer iki Rus memurla karşılaştırıldığında bu kadın melekti. Tanrıya şükür, yanımızdaki mücevherlerin ya da paraların hiçbirine el koymadılar. Yalnızca çok vurgulayarak, Amerika’ya dönerken bütün mücevherlerin yanımızda olmasını söylediler. Rusya’da kaldığımız süre içinde döviz bozdurduğumuz ve dolar harcadığımız finans kurumlannın faturalarını ve adlarını saklamamızı da söylediler.
0 sırada Moskova’da saat gece on ya da on bir olmalıydı. Şeremetevo 2 havaalanının çevresinde dünya loş, hüzünlü ve korkutucu görünüyordu. Gümrükten yorgun ve bitkin, valizlerimizi sürükleyerek çıktığımızda bir hamal arabasını gürültüyle bize doğru sürüp yardım edip edemeyeceğini sordu.
Birinin yardım etmek istemesine sevinerek, “Elbette, zemliakn^ dim. Ellilerinde bir adamdı, kırçıl sakalını birkaç gündür tıraş etmem eski, lekeli elbiseler giymişti. “Hepsini arabana koy ve bizi senin gjjf' adamın çalıştırdığı bir taksiye götür! Gümrükte çektiğimiz çileden senin gibi dost insanlar görmek istiyoruz!”
Anlayışlı bir tavırla gülümsedi, valizlerimizi arabasına koymaya ba^ ladı. Elimden geldiğince ona yardım ettim. Valizleri yüklemeyi bitirin, ce “Ardımdan gelin” dedi, hızlı hızlı yürüyerek arabasını itmeye başlad. Adımlarımızı ona uydurmaya çalışarak ardından gittik. “Bütçeniz elveri. yorsa taksi şoförüne sizi Gostinitsa Rossidy^}^^ götürmesini söyleyin” dedi, arkasına bakmadan. “Şehrin en güvenli oteli ve yabancı turistlerin en beğendikleri yerdir.”
“Teşekkürler dostum! Sen iyi bir adamsın.” Yürürken ona otuz dolar verdim.
Bizi taksiye götürdü, şoförün valizlerimizi taksinin bagajına koymasına yardım etti, bize iyi bakmasını söyledi. Sonra iyi yolculuklar diledi, takırdayan arabasının arkasında hızla yürüyerek gitti.
Taksi şoförüne bizi Gostinitsa Rossia’ya götürmesini söyledim, harekeı ettik. Şoför otuzlu yaşlarda, mavi gözleri ışıl ışıl, dazlak kafalı, meraklı ve çok konuşkan, kısık sesli bir gençti. Daha havaalanındayken bana o kadar çok soru sordu ki KGB ajanı olduğundan kuşkulanmaya başladım, Suad bile huzursuz oldu. Rusça anlamasa da, birçok kez sinirli sinirli koluma dokunup ona karşı dikkatli olmamı işaret etti. Ne var ki şoför kısa sürede tonunu değiştirdi, Rusya’da kaldığım süre içinde rubleye ihtiyacım olacağını hatırlattı. Ona yüz Amerikan doları bozdurursam her dolar karşılığında üç ruble verecekti. Bu öneri, KGB ajanı olabileceği yönündeki kuşkularımı artırdı, çünkü o tarihte resmi kur yetmiş iki Rus köpeğiydi. “Delikanlı” dedim, “ben yasaya uyan bir adamım, sana ya da başka birine yasadışı yollardan dolar bozdurmayacağım!” Atacağım yasadışı bir adımın ziyaret ettiğim ağabeyime ya da akrabalarıma zarar verebileceğini çok iyi biliyordum.
Gelgeldim vazgeçmedi. Önerisini üç rubleden beş rubleye çıkardı! Bunun aklımı çelmediğini görünce, açık açık, “Budalalık etme, dos» Şimdi bana dolar bozdurmazsan eninde sonunda bankada ya da otelde o ahmakça resmi kurdan bozdurman gerekecek! Bunu anlıyor musun.’”dedi.
Genç taksi şoförü huzursuz ediyordu artık. Ondan ruble almayacağı-
175 Zemliak - hcmşeri
ftıi bilsin diye, “Bana vaaz verme, delikanlı!” dedim.
“Bağışla beni” dedi. “Vaaz vermek istemedim. Yalnızca hayatımı kazanmaya çalışıyordum.”
Bundan sonra arabayı Gostinitsa Rossia’nın önüne çekip duruncaya kadar pek konuşmadık. Ona yüz dolar verirken, “Delikanlı, yanımda ruble yok” dedim. “Yol parasını bundan al, üstünü ruble ver.”
Arkaya baktı, parayı alırken kocaman gülümsedi.
Gostinitsa Rossiya'da
O gece geç saatte Gostinitsa Rossiya’ya giriş yapmıştık. Oldukça temiz bir oteldi, lobisi yabancı turist kaynıyordu, Şeremetevo Havaalanında Rus hamalın dediği gibi, onların en beğendikleri yer olduğunu gösteriyordu bu. Resepsiyoncuları bile içtenlikle gülümseyerek, gümrüktekilerden çok daha uygarca bizi karşıladılar.
Yalnızca bu da değil! Gerekli evrak işlerini bitirip pasaportlarımızı resepsiyoniste teslim eder etmez, genç bir görevli kibarca eğildi, bizi odamıza çıkarmaya gönüllü oldu. Valizimizi arabasına koydu, kendisini izlememizi söyledi. Asansörle altıncı kata çıktıktan sonra bizi koridorda, sert bir Rus kadınının oturduğu masaya yönlendirdi. Kattan onun sorumlu olduğunu açıkladı, ondan odamızın anahtarını aldı, bizi içeri soktu.
Çoktan gecenin onu olmuştu, çok yorgun ve açtık.
Yardımı için delikanlıya teşekkür ettim, yirmi dolar bahşiş verdim, nerede bir şeyler yiyebileceğimizi sordum. “Bunun için çok geç. Bütün restoranlar çoktan kapandı” dedi, bahşişe bol bol teşekkür ederek gitti.
Sıcak duş alıp yatağa girdik, ama uzun süre uyuyamadım. Çok geçmeden uyandım, yatakta huzursuzca bir yandan öbür yana döndüm, sigara içtim, akrabalarımla arkadaşlarımın bizi nasıl karşılayacaklarını merak ediyordum... Onlardan 11 Şubat 1943’te ayrılmıştım... Şimdi 20 Nisan 1983’tü... Onları kırk yıl, bir ay ve neredeyse on gündür görmemiştim! Geçen bu uzun zaman beni onlardan uzaklaştırmış mıydı? Arkadaşlarım beni ya da ben onları tanıyacak mıydım? Bunlar ve daha başka düşünceler kafamın içinde dönüp duruyor, beni uykudan yoksun bırakıyordu.
Ritmik nefes alarak iyi uyuyan Suad’a baktım defalarca. Uyumayı umarak arka arkaya sigara içtim ama uyuyamadım. Kibrit yardımıyla defalarca saatime baktım ama zaman durmuş gibiydi. Henüz gecenin iki-siydi. Saatimin durduğundan kuşkulanarak sonunda Suad’ı uyandırdım, saati sordum.
474 KADİR NATHO
Saatine bakarak “İki” dedi. “Neden uyumuyorsun.^” diye sordu ven rar uyudu.
Eski bir Çerkeş özdeyişini hatırladım: “Tok açın halinden anlamaz,'" dimi son derece huzursuz hissederek odadan çıktım, bir sigara daha ya^
“Odanıza dönün! Gecenin bu saatinde dışarı çıkmanız yasak!” bağırdı bir kadın bana öfkeyle. Şaşırarak sağa sola baktım, koridordaljj masanın arkasındaki kadının ayağa kalktığını gördüm. Ona yakında,, baktım, tanıdım. Odamızın anahtarını veren kadındı. “Odanızadönün!" Öfkeyle bana bakıyordu. “Gecenin bu saatinde odanızdan çıbmazsıniai Yasaya aykırı!” diye bağırdı.
“Genç hanım, uyuyamıyorum! Bunu anlıyor musunuz? Neden, biliyor musunuz?”
Aldırmaz görünüyordu.
Öfke patlamalarının arasında ona, kırk yıldan beri görmediğim ab-balarıma ve arkadaşlarıma geri döndüğüm için uyuyamadığımı açıkladım,
Sesi yumuşadı. “Keşke size yardım edebilsem ama...” dedi.
Savaşta o da birini kaybetti mi, diye merak ederek, “Evet, edebilirsiniz, genç hanım” dedim. “Bir fincan çay olsaydı, belki uyuyabilirdim.”
Korkmuş gibi çevresine bakındı. “Çay sorun değil, ama sonra odanıza dönmelisiniz” dedi, masanın üzerinde maltız yaktı, üzerine çayı koydu. Birkaç dakika içinde bana çayla bisküvi getirdi, bankta yanıma oturdu, özür dileyen bir tavırla, “Elimdekilerin hepsi bu” diyerek sohbete başladı.
Vnukovo Havaalanı'nda
22 Nisan da Moskova’nın Vnukovo Havaalanı’na geldik. Çok kalabalıktı, Kontrol noktalarında, bilet ve vezne camlarının önünde kadınlarla erkekler uzun kuyruklarda bekliyorlardı. Kalabalık gürültüyle kavga ediyor, her biri cama önce gitmek için araya girmeye çalışıyordu. Inturist seyahat şirketinin personeli yardım ederek bizi bu kuyruklarda beklemekten kurtarıyordu ama valiz kontrolü yaptırmamız gerektiğinde bu güçlükle karşılaştık. Valizlerimizi tartan memur, bagajımızın fazla ağır olduğunu, yüz yirmi beş ruble ödemem gerektiğini söyledi. Amerikan pasaportu taşıdığım için beni soyduklarına inanarak, dolar ödemeye çalıştım ama kabul etmediler. Vezneye gitmemi, bu miktarı ödeyerek makbuzu getir-memi söylediler.
El çantalarımı Suad’a bıraktım, Rusça bilmediği için kontrol noktasının veznesinde beni beklemesini söyledim, veznenin camına gittii"'
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 475
Gittiğimde, iki cinsiyetten yirmi kadar huzursuz insanın beklediği kaçınılmaz kuyruğa girdim, hepsi uçağı kaçırmaktan çok korkuyor gibiydi, önlerindeki insanlarda yol açtıkları sıkıntıya hiç aldırmadan vezneye para ödemek, cama gitmek için endişeyle araya giriyorlardı. Doğal olarak çok geçmeden başkaları da kuyruğa koştular, kuyrukta ter içinde soluk soluğa yerlerini aldılar. Gelip arkamda duran kişi, otuzlarında, uzun boylu, iri yarı bir kadındı. Ağırlığını anında üzerimde hissettim; göğüsleri omuzlarıma dayanıyordu. Terslemek niyetiyle öfkeyle arkama döndüm ama elinden bir şey gelmediğini gördüm. Kuyrukta arkasında duranlar onu itiyordu, insanları itip kakan, veznenin camına önce yaklaşmaya çalışan bir grup gürültücü Ermeni ve Rus gencinin kaba davranışlarının kendisinin de canını sıktığını belirterek, başını olumsuzca salladı. Doğal olarak, kalabalıktan bazıları karşı çıkarak yolu kapadılar, diğerleri gibi kuyrukta beklemelerini söylediler. Bu yüzden tartışma, itiş kakış devam etti. Sonunda arkamdaki kadının ağırlığı sırtımdan hiç inmeden cama geldiğimde, arkamda duran adamlardan biri parasını benden önce ödeme girişiminde bulanarak omzumun üzerinden elini camdan içeri soktu. Küstahlığı canımı sıktı, elini hızla camdan çektim, paramı ödedim, Su-ad’ın beni beklediği bankoya gelerek memura makbuzu teslim ettim.
Uçağa binme zamanı geldiğinde Inturist’teki hanımlardan biri kapıdan alıp uçağa götüren apron otobüsünde bize eşlik etti. Apron otobüsü uçağa yaklaşınca durdu, yolcular aceleyle ok gibi fırladılar, girişte kuyruk oldular; ama Inturist ofisindeki hanım bizi kuyrukta bekleme çilesinden kurtardı, kalabalığın arasından geçirerek uçaktaki yerimize götürdü, iyi yolculuklar dileyerek gitti.
Bir süre sonra yolcular içeri daldılar, koltuk mücadelesine başladılar. Bir adam bana gelip oldukça kaba bir biçimde koltuk numaramı sorduğunda birçoğu çoktan yerine oturmuştu. Adamın küstahlığı canımı sıktı, ama kendimi kontrol ettim, “Sizin aradığınız numara kaç?” dedim soğukça. Bunun ona haddine bildireceğini sandım ama bildirmedi. Uçağın arkasından biri “Adamı rahatsız etmeyi bırak, boş bir koltuğa otur!” diye bağırıncaya kadar aynı soruyu sorup aynı cevabı alıncaya kadar tepemde durdu. Bu, adamın ısrarla sorduğu küstahça soruya son verdi. Kimin adama haddini bildirdiğini görmek için arkaya baktım ama ben onu görmeden uçak havalanmaya başladı.
Krasnodar Havaalant'nda Akrabalartmla Karşılaşma
^ Krasnodar Havaalam’na gelip uçaktan indiğimizde akrabalarımla ve ar-karşılaşacağımı beklentisiyle kalbim hızla çarpıyordu. Ne de
476 KADİR NATHO
olsa kırk yıldır onları görmemiştim. Bu kadar uzun süre sonra beni karşılayacakların merak etmemek elimde değildi. Onları tanlyacalç dım ya da onlar beni?
Havaalanının apron otobüsü bizi gümrüğe getirip bıraktı. Havaj] nındaki binalardan birine gelince, bize söylendiği gibi, dışında clurn bagajımızı beklemiştik. Ancak kısa süre sonra öfkeli bir Rus kadimn,J sesi, “Buradan gidin! Hepiniz! Hole girin! Haydi! Hepiniz! Gidin! Gidi^r diye bağırmaya başladı.
Kalabalık koyun gibi ona itaat ederek oradan uzaklaşmaya başlat Kendilerine verilen emre koşulsuz ve kesin itaat etmeleri için korkutul, duklarının apaçık işaretiydi. Biz de onların arkasından gittik. Kadın ba-ğırmaya devam ediyordu, kendisine verilen yetkiden zevk aldığı ve gurur-la sergilediği belliydi.
Yanından geçerken kadına yaklaştım, “Genç bayan, haykırmanız gerekmiyor. Cinsiyetinize yakışır bir biçimde bize bunu kibarca söyleyebilirsiniz!” dedim.
“Haykırmıyorum!” diye bağırdı.
“Görüyorsunuz, bu sizin kötü bir alışkanlığınız. Utanın!” “Kaybol! Sen kendini ne sanıyorsun da... bana ders veriyorsun?” Cevap vermeden yürüyüp gittim. Nasıl olsa zaten sinirliydim.
Bizi havaalanında karşılamaya gelen ağabeyim, ailesi, düzinelerce akrabam ve arkadaşım gümrükte bizi bekliyordu. Biz kapıdan geçer geçma boynumuza atıldılar, sarılıp hoş geldiniz demeye başladılar. Çocukluğumda bıraktığım o bir deri bir kemik kalmış, zavallı kolhoz işçilerine benzemiyorlardı. Hepsi iyi beslenmiş, elbiseleri bir tür sert suni malzemeden yapılmış görünse de oldukça iyi giyimli kadınlar ve erkeklerdi. Yüzleri açık havaya maruz kalmıştı; çoğu zaman tarlalarda çalıştıklarının kolayca anlaşılan belirtisiydi bu. Bizi karşılamaya koşarlarken yüzlerindeki sıcaklık ve içtenlik duygusu ifadesi sahici, baskın ve anlatılamazdı. Bazıları yaşlı gözlerle bize bakıyor, neredeyse inanmıyorlardı... Birkaç yıl önce hiç kimse böyle özgürce kavuşabileceğimizi asla düşünemez ya da hayal edemezdi.
Onlara sarılırken utanç ve suçluluk duydum, çünkü doğduğum köyde birlikte büyüdüğüm ve beni kendi kardeşleri gibi karşılayan akrabalarımın ve arkadaşlarımın çoğunu çıkaramadım! Hangisinin yengem Letayada kızı Aslanguaş olduğundan bile emin değildim! Nacib, Suad’ı akrabalarımız ve arkadaşlarımızla tanıştırırken, bana selam veren herkes aynı soruyu soruyor gibiydi; “Beni tanıdın mı?” Yazık ki çoğu zaman evet diyemiyor-dum, orada durup kendimi korkunç rahatsız hissederek duraksıyordum
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 477
Ben bıraktığımda yedi ve beş yaşlarında olan iki yeğenim Aslanguaş’la Nafset doğal olarak çoktan evlenmiş, orta yaşlı kadınlardı. Beni karşılamaya aileleriyle birlikte gelmişlerdi: Aslanguaş, Hajimus Açmız’la evlenmişti. Yuri adında bir oğulları, Zarema ve Rita adında iki kızları vardı. Nafset UkraynalI Nikolay Litvinenko’yla evlenmişti. Lionia, Tolik ve Şaşa adında üç oğulları vardı. II. Dünya Savaşından sonra doğan, yalnızca fotoğraflardan ve mektuplardan tanıdığım yeğenim Lyuba da vardı. Rus Vasil Krılov’la evlenmişti, Lyulya adında bir kızlarıyla Timur adında bir erkek bebekleri vardı. Kısacası, meydana gelen değişiklikler inanılmazdı.
Havaalanına beni karşılamaya gelen çocukluk arkadaşlarımın arasında İbrahim Halış, Davut ve Tim Şehetl, Hamid Zizuk, Mod Sohte, İsa Paranuko, Şahib Huşt, Nakos (Doletçeri) Hahurate ve Kiziy Kuto vardı.
Biz bagaj salonunun önünde durup sohbet ederken bagajımız geldi. Bizi karşılamaya gelen gençlerin bazıları onları arabalarına koydular, bir düzine arkadaş ve akraba arabasının eşliğinde havaalanından çıkıp Tahta-mukay köyüne doğru yol almaya başladık. Ağabeyim Nacib’le Hamid Zizuk, benimle birlikte ağabeyimin jigulisine bindiler. Arabayı ağabeyimin torunu Yura kullanıyordu. Havaalanından çıkınca, kısa süre sonra Gorya-çi Klyuç’un güneyine giden anayola çıktık. Yol boyunca, solumuzda yüksek bir baraj vardı. Sovyet rejiminin, Çerkeş halkı istemese de, doğdukları toprakta yer alan bir düzineyi aşkın köyü yok edip onları çeşitli köylere ve kasabalara dağıttığı, Adıgey’de pirinç yetiştirme bahanesiyle kutsal mezarlıklarını insan eliyle yapılan bu kocaman denizin altına gömerek inşa etmeyi tercih ettiği, Çikski Gölü’nü çevreleyen baraj. Bu anayoldan sağa döner dönmez güneybatıya yöneldik, çukurlarla dolu, bakımsız, iki yönlü dar bir asfalt yolda adım adım ilerlemeye başladık. Tahtamukay ovasını çıkarabildim. Tahtamukay Temen ya da kısaca Temen derdik ona. Barajdan Krasnodar’a ve Enem demiryoluna kadar uzanıyordu. Uzunluğu doğudan batıya otuz, genişliği on iki kilometre civarındaydı. Kuzeyden Kuban nehriyle, güneyden Şenciy ve Tahtamukay köyleriyle çevriliydi. Çocukluğumda Tahtamukay’dan, Kuban nehrini geçip Krasnodar’a gitmek için deniz taşıtma bindiğimiz Kozet’e kadar uzanan, kaldırım taşı döşenmiş, yükseltilmiş tek bir yol geçerdi. O günlerde Temen, kaldırım taşı döşeli yolun batısında yer alan geniş bir bataklıktı. Doğu tarafı ise at yarışları için ideal, güzel bir ovaydı. Özellikle 19.30’larda, Şahançeri Hahurate Adıgey Özerk Bölgesi başkanıyken, resmi tatillerde oraya gidip Çerkeş binici turnuvalarını ve at yarışlarını seyrederdik. Şahançeri Hahurate, görülmeye değer bu turnuvalara katılan rengarenk Çerkeş süvari birlikleri örgütlemişti.
478 KADİR NATHO
Ne var ki bir zamanlar soluk kesen Çerkeş at yarışlarına ve turnu lara sahne olan bu Tahtamukay Temen şimdi korkunç çirkinleşmiş zulmuştu. Biz batıya doğru giderken solumuzdaki bu alçak düzlüldç^ çoğu, kaldırım taşı döşeli yola kadar dörtgen pirinç tarlaları halinde lünmüştü. Sağda, Kuban nehrinin kıyılarına kadar uzanan birRusItg peyda olmuştu. Bir zamanlar burada at yetiştirilen bir hara vardı, Çq| geçmeden, yükseltilmiş kaldırım taşı döşeli eski yolun ortasından dai,ç çizerek sola döndük, Tahtamukay’ın güneyine doğru gitmeye başladı]; Taş döşeli yolun asfalt bir yol haline getirilmesine, kırk yıl önce Almaı,. lardan kaçarken geçtiğim, taş döşeli yolun arkasındaki geniş bataklığa tümüyle kurutulmasına şaşırdım. Geçtiğimiz asfalt yol batıya gidiyo,^ Krasnodar-Enem-Novorossiysk demiryoluna paralel olarak güneye giden yükseltilmiş anayolla birleşiyordu.
Çok geçmeden Tahtamukay köyüne geldik. Diğer Adıgey topraklan gibi bozulup çirkinleşmektense bu köy daha iyiye gitmişti. Tahtamukay, ovadan yüksek arazisini korumakla kalmamış, daha da büyüyüp genişlemişti. Saman çatılı evlerden hiçbiri kalmamıştı. Adeta gelişmekte olan bir şehre dönüşen bütün köyde artık çinko damlı, kırmızı tuğladan yapılmış yeni, geniş özel evler vardı. Şaşkınlığımı fark eden Hamid Zizuk, bürün Çerkeş köylerinin böyle değiştiğini ama Ruslarınkilerin değişmediğini söyledi. Kim Naguş da, Paterson’da yaşayan babası Hajemet Neğuçü ziyaret etmek için birkaç yıl önce Amerika’ya geldiğinde aynısını söylemişti. Dahası yollarda, sokaklarda, bazı evlerin önünde Çerkeslerin özel arabalarını ve kamyonlarını görmek beni sevindiriyordu. Bu, değişikliğin onları daha çok özgürlüğe ve refaha kavuşturduğunun açık bir belirtisiydi,
Ağabeyimin Evinde
O gün öğleden sonra geç saatte ağabeyimin Tahtamukay’daki evine geldiğimizde, gruplar halinde daha çok akraba ve arkadaş karşılamak için bizi bekliyordu. Bazıları sokakta, bazıları ağabeyimin arka avlusunda, bazıları da garajının önünde bekliyorlardı. Bazıları doğduğum köyden, Novi Natuhay’dan, bazıları - akrabalarla arkadaşlar- Tahtamukay’la çevredeki Çerkeş köylerinden gelmişlerdi. Hepsi, kavuştuğumuz bu kuısal anı bizimle paylaşmak için bekliyordu. Yüzlerinden yayılan dostluk, içten iyi niyet, mutluluk içten ve rahatlatıcıydı. Uzun bir ayrılıktan sonra gen döndüğüm mutlu anı ağabeyimle tam anlamıyla paylaştıklarını yüzlerindeki ifade açıkça gösteriyordu. Evet, çok özledikleri sevgili kardeşleriymişim gibi beni içten sıcaklık ve mutlulukla karşılıyorlardı! Bundan emindim. Bu akrabalarımın ve arkadaşlarımın o anda bana geçirdikle^
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 479
gerçek, yalın, mutluluk veren sıcaklığı başka hiç kimsede ya da dünyanın başka hiçbir yerinde hissetmedim! Bu sıcak karşılama beni o kadar heyecanlandırdı, o kadar etkiledi ki, kalbim her an göğsümü yarıp dışarı fırlayacakmış gibi delicesine çarpmaya başladı. Onlarla selâmlaştıktan sonra ağabeyim konuklardan özür diledi, büyüklerin beni görmek istediklerini söyledi, beni oturma odasına götürdü. Yengem de aynı tarzda Suad’ı aldı.
Oturma odasına girdiğimizde büyüklere selam verdim, hepsi ayağa kalktı, yirmi kişi kadardılar. Hayli saygın görünüşlü, etkileyici bir büyükler grubuydu. Aralarından çıkabildiklerim yalnızca Yerecib Yemzağ’la amcam Hızır Natho’ydu. Diğerleri bana yeni yüzler gibi geldi. Belki ağabeyimin Tahtamukay’daki yeni dostlarıydılar... Çerkeş geleneğinin gerektirdiği gibi, en büyükten başlayıp en küçükte bitirerek ellerini sıktım. Thamatanın yanına oturmam için ısrar etmelerine karşın, bana gösterdikleri bu saygın yer için onlara teşekkür ettim, geri geri kapıya gittim, lütfen oturmalarını rica ettim. Bir süre ayakta durarak gösterdikleri yere oturmamı istediler ama geleneğimizin, ağabeyimin yanında oraya oturmamı yasakladığını hatırlatırcasına Nacib e baktım. Sonunda bunun, onları oturmaya ikna etmeme, onlara ve ağabeyime geleneksel saygıyı göstermeme yardımı oldu. Bazıları Çerkeş görgü kurallarını unutmadığıma memnun oldu, takdirle “aferim, aferim!” dediler. Memnunluluğu yüzünden belli olan ağabeyim, beni onlara tanıttı. Aralarında (ağabeyimin sokağın karşısındaki komşusu) Madin Mizağ, Hızır, Yerecib, Yusef Mizağ, başka birkaç Mizağ, Mamber, Şevaptsok Yefendi, ne yazık ki adını hatırlayamadığım Kızıl Ordu’nun eski bir binbaşısı vardı. Yeri gelmişken, grubun thamatası oydu. Ağabeyim hakkında birkaç söz söyledi, örnek davranışı, övgüye değer eylemleri ve bilgeliğiyle hepsinin saygı duyduğu olağanüstü bir adam olduğunu belirtti. Bundan sonra büyükler beni merak ettikleri konularda soru yağmuruna tuttular. Tahmin edebildiğime göre, aslında iki şeyi, II. Dünya Savaşı sırasında köylerini terk edip kaybolan ya da yurt dışında, özellikle Amerika’da yaşamayı seçen akrabaları ve arkadaşlarıyla karşılaştığımı ya da tanıştığımı öğrenmekle ilgileniyorlardı. Kuşkusuz, Amerika’da insanların yaşama ve çalışma koşullarını, kaç para aldıklarım öğrenmeyi çok istiyorlardı.
Birkaç dakika içinde borşç, halijojiy, güveç, salata, salamura, ekmek ve düzinelerce votkayla (Kuşlardan edinilen kötü alıçkanltklardan biri) uzun bir sofra kuruldu. Ardından kadehler kaldırıldı, kısa konuşmalar yapıldı ve kısa sorular soruldu. İfade ettikleri dilekler ve dualar basit ve tam yerindey-di; Dünyada barış olsun, insanlar, nerede olurlarsa olsunlar, sevdiklerini ve arkadaşlarını özgürce ziyaret edip görebilsinler. Yemeği ve içkiyi onlarla
480 KADİR NATHO
paylaşırken bu coşkulu dilekleri dinlemekten büyük keyif alıyordum. 0^ 1ar da sorularına verdiğim cevaplardan, özellikle bana sordukları kişi^ çoğunu yakından tanıdığımı anlamaktan memnun görünüyorlardı.
Akşam yemeğinden sonra büyükler fazla kalmadılar. Thamatalatuof. radan kalktı, boğazını temizledi, büyüklerin dikkatini çektikten sonu “Konuklarımız günlerce yolculuk yaptılar, dinlenmeleri gerekir. Yenide görüşecek, daha çok soru soracak zamanımız var” dedi. Sonra Nacib’k yengemden kalkmak için izin istedi, ağabeyimle yengeme konukseverlil(. leri için teşekkür etti, mutlu kavuşmamızı kutladı, arkasından gelen diğu konuklarla birlikte gitti. Ağabeyimin bütün ailesi, Suad ve ben onlansokağa, 1 Tolstoy Sokak’a kadar geçirdik, el sıkışarak bir geceliğine ayrıldılt,
Rahmetli Annemizle Babamıza Saygı
Geldiğimizin ikinci günü sabah erkenden Nacib, yengem Leta, Suadvc ben, konuklar ziyarete gelmeye başlamadan, doğduğum köyün mezadı-ğına gidip ölmüş annemizle babamıza ve akrabalarımıza saygıda bulunmaya karar verdik. Nacib jigulisini garajdan çıkardı, binip yola koyuılduL Arabayı Nacib kullanıyordu. Heyecanla tanıdık yerler arıyordum. Tahtamukay’ın dışına çıkrıktan kısa süre sonra, Tahtamukay’dan doğruca Natukay a gidilen toprak yoldan değil, asfalt dar bir yoldan güneybau-ya gittiğimizi fark ettim. Başka bir deyişle, Natuhay’ın batısında, üç kilometre uzakta bulunan Sovhoz Otradnıy (bugün Sovhoz No. 15) yönünde gidiyorduk. Nedenini Nacib’e sorunca, eski yolun uzun zaman önce terk edildiğini söyledi.
Altı kilometre kadar gittikten sonra, arkasında Sovhoz Otradnıy’inbulunduğu, Sup nehri kıyılarında uzanan dar orman kuşağı boyunca gitmsjf başladık. Çocukluğumda her sonbaharda Eneme zagotovka'^gödirütkeı ki genellikle bunun için en nemli mevsimdi, arabaya koşulmuş kılavuza' lardan birine binerek bu orman kuşağından defalarca geçmiştim. II, Dün) Savaşı sırasında tanksavar çukurları açmaya gönderildiğimizde, Yeni B hakuay a giden köyümüzden bir grup işçiye haftalık yiyecek stoku teslı ederken buradan ya da Sovhoz Otrandnıy’den de geçiyordum. Alman köyümüze ikinci saldırıya da bu orman kuşağından başlamışlardı, ann bu savaşta ölmüştü... Zavallı annem, onu mezarlığa bile gömeraemiştiı Bu orman kuşağı boyunca bir kilometre daha gittikten sonra, Sov Otradnıy’den Natuhay a giden başka bir asfalt yola girdik, sola döne
177 Zagatovka - Köyün devlete tarımsal ürün veya tahıl olarak vermek zommit' ğu vergi.
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 48i
köyümüz Natuhay’a gelmek için doğuya doğru iki kilometre kadar gittik.
Natuhay, yüksek arazinin üzerinde, hâlâ eskisi gibi görkemli duruyordu ama biz yaklaştıkça çevresinde yapılan değişiklikler o kadar belli ve sarsıcı oluyordu. Bataklığın önünde üç uzun sıra halinde beş yüz metrelik bir alanı kaplayan büyük salkımsöğüt ağaçları, arkalarındaki büyük bataklık, köye girmeden hemen önce bataklığın dar yerlerine yapılan köprü, yoldan bataklığın üzerindeki yamaçta bulunan okulun avlusuna kadar uzanan büyük meyve bahçesi, hepsi yok olmuştu! Bunların yokluğunda köy eski görkemli güzelliğinden soyunmuş, orada çıplak duruyormuş gibi görünüyordu. İnsanın yaptığı çirkin denizlerin altına gömülen diğer bütün Çerkeş köylerini, meyve bahçelerini, tarım alanlarını ve orman kuşaklarını hatırlattı bana.
Köye girdik, anayoldan sağa döndük. Meyve bahçesi, okul, eski kulüp ve kolhozumuzun yerini II. Dünya Savaşı’nda ölen köylülerimizin anıtı, yeni bir köy kulübü, birkaç ailenin evi almıştı. Okulumuzun önünde bulunan, leylak fidanlarıyla kaplı tümsek bile artık yoktu. Alman askerlerinin, ben dahil köylülerimizi, uzun üç toplu mezar çukuru kazmaya ve mezarlığımızın yakınında katledilen Rus askerlerinin cesetlerini patates çuvalları gibi içlerine atmaya zorladıkları eski okulun avlusunun yerini de çıkaramadım.
Yanlarından geçip eski evimize giderken gözlerim yaşlarla doldu, annemi bu evin arkasına gömmüştüm. Zavallı annem! Mezarlığa bile gö-mememiştim! Alman askerleri bırakmamıştı. Mezarlık boyunca çukurlar kazmışlardı.
Lanetli savaş bize ne kadar çok zarar vermişti! Annem Goşmaf ve ağabeyim Kimkeri bu savaşta öldürülmüştü! Beni arkadaşlarımdan ve halkımdan ayırmış, uzaklaştırmıştı. Babam îshak’ın ve Kimkeri’nin hiç görme şansı bulamadığı küçük oğlu, küçük yeğenim Zavur’un ölümlerinde aynı lanetli savaşın etkisi olduğundan emindim. 1943 te Ocak ayının sonuna doğru Kızıl Ordu askerlerinin, her aileye bir çuval mısır bırakıp, “Savaştan sonra telafi edeceğiz” diyerek, köyümüzdeki bütün evlerin tahıllarına el koyduklarını hatırladım. Yeni hasattan en az beş ay önceydi bu. Babamla zavallı küçük Zavur bu yüzden açlıktan mı ölmüşlerdi?
Zavallı annemin nasıl öldüğünü biliyordum. En azından kendi ellerimle gömmüştüm. Ağzından ve burun deliklerinden kan sızarken bana söylediği son sözleri hâlâ işitebiliyorum: “Endişelenme oğlum, kendimi iyi hissediyorum.” Ölürken bile beni teselli etmeye, gözyaşlarımı dindirmeye çalışıyordu! Ağabeyim Kimkeri’yi Almanların öldürdüklerini de
482 KADİR NATHO
biliyorum. Ama zavallı babam nasıl öldü? Gözlerinin önünde öl görmek istemeyen, gitmem için beni teşvik edip duran babam! Sev^[j' savaşta öldüğü, savaş çocuklarını ondan ayırdığı için kalbi kırık Ya da babamla küçük Zavur açlıktan mı öldüler?
Evimizin bulunduğu yere geldik. Artık yoktu. Yerinde ba^kal)],^^ vardı. Her taraf çok farklı bir havaya bürünmüştü. Mutfak gibi göfünfjı yerden bir kadın çıkıp bizi karşıladı, ama ağabeyimle yengem ona tejeklcü, ettiler, bizi tanıştırdılar, neden geldiğimizi söylediler. Kadını tanıyanij. dım ama başka bir kapıyı açtı, bizi evinin arkasına götürdü. Ağabeyimii) çevresine yaptığı parmaklıkla korunan annemin mezarını gördüm, Me-zara yaklaşırken ağabeyim kadının mezara iyi baktığını söyledi. Birsiitt annem için dua ettik, annemin mezarına baktığı için kadına teşekkür et-tik, iyiliği karşılığında ona yüz dolar verdik, mezarlığa doğru yola çıktık.
Mezarlık, kış mevsimlerinde bataklığı besleyen sığ vadinin karşısında, köyümüzün güney kenarının batısında, küçük tepedeki ağaçlığın altında)’-dı hâlâ. Oraya giden eski yol hâlâ aynıydı. Ana caddede köyümüzün «ki kulübünün bulunduğu yerden sola dönüp, güneybatıdaki mezarlığa doğra gitmeye başladık. Bu yolda ilerlerken, sağımda, okulun bahçesinde leylak fidanlarının bulunduğu tümseğin yerini çıkarabildim. Alman askerleri,köyümüzün öğretmenlerinden birini, şair Raşid Merkitski’yi onun arkasında öldürmüşlerdi... Birkaç dakika sonra eski bataklığın yerini ve arkasında sıra sıra salkımsöğüt ağaçlarının bulunduğu toprakları da gördüm. Alman askerlerinin bizi, bütün köyü oraya götürüp, o büyük salkımsöğüt ağaçlarından birinin altında üç Rus savaş esirini astıklarını zorla seyrettirdiklerini hatırladım... Arkadaşım Vanka, iki arkadaşı gözlerinin önünde asıldıktan sonra olay yerinden mucize gibi nasıl da cesurca kaçmıştı!
Dar vadiyi geçtik, arabayı kapıda bıraktık. Babam İshak’ın, halam Kâba’nın, hayli eğitim görmüş yazar ve oyun yazarı halam Dolethanin, 1933’teki büyük kıtlıkta ölen kardeşim Saleh’in, küçük yeğenim Zavutun ve Harun Şehetl’le evlenen babamın evlatlığı Nefine’nin mezarlarında dua etmek için mezarlığa girdik... Yengem Leta’nın elini tutarak, “Nıse' dedim, “aynı soruyu Nacib’e defalarca sordum ama bilmiyor gibi. Babı mın nasıl öldüğünü bana anlatabilir misin, lütfen?”
Soru gözle görülür biçimde onu sarstı. Durdu, bana baktı. “Korkunç günlerdi, Dışeşav!” dedi. “Zavallı adam... Annen öldükten sonra hayan küsmüştü.” Gözyaşlarını silmeye başladı. Ona daha çok soru sormanın yararı yoktu. Sorular ona II. Dünya Savaşı’nda ve savaşın ardından gelen 1947’deki büyük kıtlıkta yaşadığı acı deneyimleri hatırlatacaktı, bu u-valh insanların Tahtamukay Temen bölgesinde gece gündüz roprakım
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 483
çıkardıkları bitki köklerini yedikleri zamanı...
Babamın bunu yapmaya dünyada tenezzül etmeyeceğini biliyordum. Açlıktan ölmeyi tercih ederdi. 1933’teki kıtlıkta kolhozda atlara verilen samandan çaldığımız mohuhkayı benden almaya nasıl karşı çıktığını hatırladım.
Köyümüzün mezarlığı bile tamamıyla değişmişti. Bilinmeyen bir nedenle, yüksek akçaağaçlarınm oluşturduğu ağaçlığın altındaki her mezar, demir parmaklıklarla ayrı ayrı çevrilmişti. Her mezarın, üzerinde ölünün adının, doğum ve ölüm tarihlerinin yazdığı çimento, mermer ya da bronz bir taş vardı. Bazısında ölünün fotoğraf bile görülüyordu. Bu parmaklıklar mezarlığa daha hüzünlü bir hava veriyor, diye düşündüm.
Nacib, babamın mezarına yaklaştı, hepimiz mezarın karşında durduk. Neyse ki sade mezarlardan biriydi. Göğsümün sıkıştığını hissettim, Kur’an’dan ayetler okuyarak onun için dua ederken gözyaşlarım yanaklarımdan iniyordu. Gözyaşlarımın arasından, annemi gömdüğümün ertesi günü babamın nasıl göründüğünü görebiliyordum yine. Tanrı ruhlarını şad etsin. Sigara içtiğimi bilmediğini sandığım ve sigara içmeyen babam benden sigara ve biraz tütün istemişti!
Babamın mezarının yanında Dolethan halamın mezarı vardı. Kâba ve Nefıne halalarımın mezarları daha uzaktaydı.
Sırayla hepsi için dua ettik. Ne yazık ki kardeşim Saleh’le küçük yeğenim Zavur’un mezarlarının yerini bulamadık. Yine de onların ruhları ve bu mezarlıkta yatan bütün köylülerimiz için özel olarak dua ettik, Na-cib’in Tahtamukay’daki evine döndük.
Büyükler Grubu
Mezarlıktan eve geldiğimizde kendimi iyi hissetmiyordum. Mezarlık ziyareti nedeniyle altüst olmuştum. Sadece yalnız kalmak, gevşemek ve düşünmek istiyordum, ama yeğenlerim Nafset’le Lyuba bana koştular. Nacib’i de çağırdılar ve avluda kendileriyle fotoğraf çektirelim diye adeta bizi sürükleyerek götürdüler. Hava bunun için idealdi; serin ve güneşliydi ama ancak bir iki kare fotoğraf çektirmiştik ki yanlarında Adtğepime ve phaçtç gcnrcn büyükler grubu kapıda göründü.
Çoğu bizi bir akşam önce ziyaret eden Mizağ ailesinin hısımlarıydı. Selâmlaştıktan sonra bir büyük, “Konuklarımız için biraz yapmaya
geldik bu kez! Dünkü davranışını ve bizimle konuşmasını beğendik” dedi.
Bunun onların büyük kibarlığı olduğunu düşündüm, büyük onur duydum. Hepsi bana, ömrüm boyunca onları tanıdığımı hissettirerek, dost kazandıran bir dürüstlük ve sıcaklıkla gülümsüyordu.
484 KADİR NATHO
Ağabeyim bu onur için onlara teşekkür etti, davet etti. Hısımij geldiklerini gören, ağabeyimin sokağın karşısındaki komşusu IvJjj”' Mizağ da arkalarından geldi. İçlerinden biri, grubun en büyüğü Y " Mizağ’ı bölgenin en iyi müzisyeni olarak tanıtarak pşıneye ona verdi îı** din Mizağ phaçıçı aldı ve şimdiye kadar duyduğum en hareketli tniiü|, çevreyi doldurdu. Büyüklerin eşlik ettikleri vokal giderek müziğe kît,j|| ceguya katılanların coşkulu havalarını artırdı. Müziği daha da hatekt,. lendirip daha heyecan katarak, müzikle birlikte el çırpmaya başladık, Bu heyecana karşı koyamayan bazıları ortaya fırlayıp büyük bir saygınlı^ beceri ve hızla coşkulu, çeşitli Çerkeş dansları etmeye başladılar.
Yeğenim Lyuba’yla Hajimus Açmız hemen, çerezler ve şişe şişevoth lada sofra kurdular. Yusef Mizağ’m birkaç kadehten sonra, katılan ha. kesin mutlu havasını heyecan katıp yükselterek akordeonunu kolaya, ustaca ve coşkuyla çalışma adeta inanamadım. Oysa seksenin üzerindt olduğu söyleniyordu!
Yengem ve hareketli müziği duyan kadın konuklarla genç kızlar kendilerini tutamayıp ceguya katıldılar, el çırpmaya başladılar. Büyüklerden biri Nacib’le yengemden, mutlu kavuşmamızı kutlamak için ortaya çıkıp dans etmelerini istedi. Dans ettiler. O ana kadar Nathuace’lerinbaıı Çerkeş danslarını, saygınlıklarının ve gururlarının kibar güzelliğini ifade eden özel bir beden dili sezgisiyle ettiklerini unutmuştum. Ansızın ellerimden tutup, onları izleyeceğime ceguya ve dansa katılmam için beni sürükleyerek götürdüler. Keşke bu yaşlılar grubunun fotoğrafları olsaydı da buraya koyabilseydim.
Doğduğum köyden müzisyen Rosa Tuko, o öğleden sonra pşınesiyle geldi, bu mutlu kavuşma olayını kutlamak için bize katıldı. 0 sıradabiıi
Soldan sağa: (l) Suad, (2) yengem Leta, (3) ağabeyim Nacib, (4) yeğenim Nafset (Nacib’in ön avlusunda)
Soldan sağa: (1) Lyulya Krılova, (2) yeğenim Lyuba oturmuş ve (4) Timur Knhb sarılmış; (arka sıra) (S) Nacib,
Leta, (7) ben, (8) yeğenim Nafiet litvinıA
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 485
kutlamaya o kadar çok konuk gelmişti ki onlar da kanlabilsinler diye cegu evin dışına, avluya taşındı.
Yalnızca konuklar değil, ağabeyimin evine getirdikleri hayvanların da (tavuk, hindi, koyun) sayısı artıyordu. Çoğu benim akrabalarım, arkadaşlarım, tanıdıklarım ya da mutlu kavuşmamızı bizimle paylaşmak için gelen kibar insanlar olsalar da, çok utanmama karşın, onlara kim olduklarını hatırlatmam gerekti. Aralarında arkadaşlarım da vardı: Nakos Hahurate, Şahib Huşt, Kiziy Tuko, Hamid Zizuk, İbrahim Halış, (babamın evlatlığı Nefine’nin oğulları) Davut ve Tim Şehetl’le kız kardeşleri Kan ve Ninet.
Rosa Tuko ön avluda konuklara pşıne çalmaya, Madin Mizağ da pha-çıçıyla ona eşlik etmeye başladı.
Kurbanlık İnek
Genelde Çerkeslerin, yaşamlarında mutlu bir olayı kutlama şansı elde eden sevdiklerine kesimlik hay vak (kendi olanakları çerçevesinde tavuk, hindi, koyun, dana vb) gönderme âdetleri vardır, inek gönderen arkadaşlarımın kavuşmamızı benimle ve ağabeyimle içtenlikle paylaşmak istedikleri belliydi. Daha sonra öğrendiğime göre, sevgi ifadesi olarak İba Laş dediğimiz İbrahim Halış, doğduğum köy Novi Natuhay’da bu fikri başlatmış ve parti üyesi olan çocukluk arkadaşlarım, hayvan kesmesi için ona yardım etmişlerdi, ama Sovyet hükümeti onlara ağır bir ceza verebilirdi.
Bu davranışlarını benim için çok özel ve unutulmaz kılan fikir, dostluğumuza, partinin onlardan istediği sadakatten daha çok değer verdiklerini kanıtlamalarıydı. Ne de olsa bu iyi dostlarım savaş sırasında Sovyetler Birliğinden gittiğimi çok iyi biliyorlardı! Beni gitmek zorunda bırakan savaş zamanı koşullarının ağırlığına bakmaksızın, Sovyet sisteminin gözünde bu bağışlanmayacak bir suçtu. O ineği kurban etmeye karar veren dostlarım bunun farkındaydılar.
Üstelik İbrahim Halış’in kurban etmeye karar verdiği inek kendisinin değildi, köyümüzün kolhozunundu. İbrahim Halış çiftliğin veterineriydi, hasta sığırlara tanı koyuyordu ama parti üyesi ve köyün liderleri olan diğer dostlarımdan — örneğin, Doletçeri (Nakos) Hahurate ve Isa Paranu-ko’dan — onay almadan onu kesme yetkisi yoktu.
Nakos yalnızca en yakın çocukluk arkadaşlarımdan biri değildi, hışmım da sayılırdı, çünkü annesi, Nakos’un babasıyla evlenmeden önce bir Natho’yla evlenmişti. Benden beş yaş küçük olan Issa Paranuko sokağın karşısında oturan komşumdu, ben köyden ayrılıncaya kadar korumam altında büyümüştü. Öte yandan, İbrahim Halış, hatırlayabildiğim kada-
486 KADİR NATHO
nyla, ne korumam altındaydı ne de arkadaşımdı ama köylülerimin ğer konukların yanında bana, çocukluğumuzda kendisine yaptığım hiç unutmayacağını söylemişti. Ona göre, 1942’de köyümüzde dördü sınıfı bitirmiş, beşinci sınıfı okumak ve okulun yatahanesinde kal için Tahtamukay’a gitmiştik. Yatakhanedeki bütün öğrencileryataha^^*^ yeterli yatak ve yer olmadığı için onu kabul etmeye yanaşmamışlardı on, kötü davrandıkları için öğrencileri azarlamış, korumam altına alarakoj, yer açtırmıştım. Arkadaşlarımı bu kavuşma için sağlam bir in ' ' etmeye ikna etmesinin nedeni buydu!
Nalçik’ten Konuklar
Nalçik’ten Kabardey konuklarımızın geldiği söylendiğinde ağabeyimi,, oturma odasında bir grup ziyaretçiyle sohbet ediyordum. Geldiğimui,, üçüncü gününde, öğleden sonra geç bir saatti. Kim olabileceklerini me. rak ederek gruptan izin istedim, ağabeyimle birlikte konukları karşılamıl için koştum. Şaşırdım, Karabit Koşun yeğeni Fatima Kabardokova’yd,, Paterson’da yaşayan amcasını iki yıl önce ziyarete gelmişti. Yanında iç yakışıklı adam vardı.
“Hoş geldin, Fatima!” dedim. “Ne hoş sürpriz! Siz değerli konuklan-mızsınız, gerçekten!” dedim, bana gülümseyen üç adama bakarak.
Fatima boynuma atılıp sarıldı.
Fatima’yı ve ona eşlik eden üç adamı ağabeyimle tanıştırdım. Gözyaşlarını silen Fatima bizi eşi Tolya Kabardokov’la ve Ulyap’tan gelen iki kardeşiyle, Koş’larla tanıştırdı. Kardeşlerinin adlarını doğru hatırlıyorsam Elmm-za ve Bayazit’tı, Kabardey-Balkar’da Nalçik Üniversitesinde profesördük
Fatima, “Tetej’imizi koruduğun için teşekkürler!” dedi.
Köyümüzün i (NalbiyBrabpo^^^r. Ekimmâçektiplo<^‘
Bir süre önce hastaneden çıkardığım amcası Karabit Koş tan
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 487
gini biliyordum. Onları arayıp bizi görmeye gelmelerini söylediğini anlayarak, “Bunu sana söylememeliydi” dedim.
O anda Suad’la yengem Leta konuklan karşılamaya geldiler. Onları tanıştırdım, konukları eve davet ettik. İçerideki arkadaşlar, yeni konuklara yer açmak için gittiler.
Yorgundular. Nalçik’ten Tahtamukay’a kadar saatte yüz kilometre giderek, on saati yolda geçirmişler, kurbanlık bir beyaz koyun, yanında yenebilecek bütün yiyecek içecekleri - elma, tatlı ve mahsma'^^ - ve Suad’a çok pahalı bir çaydanlık seti getirmişlerdi.
Amcaları Karabit Koşa baktığımız için tekrar teşekkür ettiler. Amerika’dan onları arayıp hastaneden çıkarmasaydım orada öleceğini söylediği belliydi. Fatima, Amerika’ya amcasını ziyarete geldiğinde ona kardeşim gibi davrandığım için de bol bol teşekkür ettiler.
Yemek yiyip biraz içtikten sonra kalkmak, evlerine dönmek istediler ama ağabeyimle yengem, “Hayır, sevgili konuklarımız, hiçbir yere gitmiyorsunuz! Yorgunsunuz ve önünüzdeki uzun yol geceleri güvenli değil. Bu nedenle, bu gece bizimle kalın. Kendinizi evinizde gibi hissedin, rahatlayın. inşallah yarın evinize, sevdiklerinize sağ salim gidersiniz” diyerek, gitmelerine karşı çıktılar.
Kabardey’den gelen yorgun konuklarımız doğal olarak bu konukse-
Annem Go§maf Natho’nun eski evimizin arkasındaki mezarı Tanrı, cennette ruhunu ^ad etsin. (2000 Ekim’inde Nalbiy Brakay’ın çektiği fotoğraf)
178 Mahsıma — Bozaya benzer mayalı bir içki.
488 KADİR NATHO
T
verliği şükranla kabul ettiler, nerede yaşarlarsa yaşasınlar Çerkesler da büyüklerin kararının bağlayıcı olduğunu iyi biliyorlardı. Yinede ■ rekli gelen ve Kabardey’den konuklarımız olduğunu görünce izin istey sağduyulu bir biçimde, uzaktan gelen konuklarımızla daha çok zaı^ geçirelim diye gittiklerini söyleyerek, genellikle kısa süre kalan diğer j, kadaşlardan ve komşulardan biraz rahatsız olmuş gibiydiler.
Geleneklerimize uyarak, Fatima’nın erkek kardeşleri sohbete gün boyu katılmıyorlardı. Bizi dinleyerek oturuyorlar, grubun en büyüğü TolyaKabar-dokov’u konuşturuyorlardı. Tolya iki oğlu olduğunu söyledi. Büyüğü biryı| önce evlenmiş, küçüğünü Kızıl Ordu askere alarak Afganistan’a göndermiyi,
O gece geç saatte, konuklarımızın arkası kesildiğinde Fatima, gözyaj. lan yanaklarından süzülerek yüreğini açtı bana. Amerika’dan geldiğinden beri cehennem hayatı yaşadığını söyledi. Moskova’ya geldiğindeyetkililn, amcasının araba alması için ona 5000 dolar verdiğine inanmamışlardı.Bu konuyu New York’ta BM daimi Rus temsilciliği üyesi Tovariş Borodin'lc konuştuğumuzu söyleyince, onu hayal kurmakla suçlamışlar, hapse atmakla tehdit etmişlerdi. Memleketine dönüp amcasının vadesiz hesabına yatırdığı 25.000 doları Nalçik’teki bankadan çekmeye çalıştığında, parayı ödemedikleri gibi akıl hastanesine yatırılıp aylarca KGB’nin acımasıı soruşturmalarına maruz kalmıştı. Üstüne üstlük Kızıl Ordu’nun askere alarak Afganistan’a savaşa gönderdiği küçük oğlu için de endişeleniyordu.
Ertesi sabah erkenden kalktılar, amcaları Karabit Koş için yaptıkları miza bol bol teşekkür edip, en sıcak selamlarını ona iletmemizi isteyeret kahvaltıdan sonra gittiler.
Yasal Prosedür
Tahtamukay’a geldiğimde, pasportmy stoF"^ denen yerel polise bildiride bulunmuştum. Başında bulunan Şevaptsok ailesinden yerel bir Çerkeş polis yüzbaşısı Suad’ın ve benim pasaportlarımızı almış, gelişimizi by-detmiş, bir an önce Maykop’taki AVİR’e gidip aynı işlemi yapmamı söylemişti. Ayrıca, bölgesinden ayrılıp başka bir yere gitmeye karar verirsem şubesine bildirmemi de söylemişti.
Buna aldırmadan bütün bir hafta Maykop’a gitmedim. İlk üç gün bizi görmeye gelen konukların hatırına gidemedim. Konuklar geldiğinde benim evde bulunmamam doğru olmaz diye düşünüyordum. Nalçik’tenge-len konuklar gittikten sonra, Nacib’le Maykop’a gitmeye karar verdimanu sabah yüksek ateşle uyandım, üç gün daha yataktan çıkamadım. Bütün bu
179 Pasportmy Stol — Pasaport şubesi.
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 489
süre içinde üzerimden devamlı kovayla su dökülüyormuş gibi terliyordum. Kendimi kötü hissediyordum, kalkabilecek ya da konuklarla görüşebilecek durumda değildim. Bedenimin, özellikle başımın ve boynumun her gözeneğinden çıkan, ölüm döşeğinde olduğum duygusunu veren fasulye büyüklüğündeki ter damlalarını hissedebiliyordum. Suad’la yeğenlerim pijamalarımı, yastıklarımı, bütün yatağımı değiştirmeye zor yetişiyorlardı. İştahımı tamamıyla kaybetmiştim ama çok miktarda su içip bol bol terliyordum. Dördüncü gün kendimi daha iyi hissettim. Tamamıyla susuz ve bir deri bir kemik kalmış durumda, kendimi çok güçsüz hissederek yataktan kalktım, hafif bir kahvaltı yaptım. Bundan sonra bacaklarım titreyerek Nacib’e gittim, bizi Maykop şehrine götürmesini söyledim. Geldiğimizden beri tam bir hafta geçmiş ve biz henüz bildirimde bulunmamıştık!
Yengem şiddetle karşı çıktı, bu durumda bir yere gitmemem gerektiğini düşünüyordu ama ısrar ettim. Nacib istemese de boyun eğdi. Suad’a seslendim, pasaportlarımızı, vizelerimizi ve bütün seyahat belgelerimizi yanına almasını söyledim.
Nacib arabasını garajdan çıkardı, Suad’la ben bindik, konuklar gelmeye başlamadan Maykop yoluna düştük. İki saat sonra Maykop’a gelmiştik. AVİR ofislerinin bulunduğu büyük binaya girerken uzun boylu, yakışıklı bir polis binbaşısı Nacib’i tanıdı, koşarak geldi, bize selam verdi. Nacib bizi onunla tanıştırdı, iyi arkadaşım Baran Hurma’nın oğlu olduğunu öğrendiğime sevindim. Maykop’a neden geldiğimizi öğrenince bizi AVİR ofisine götürdü. Önce bir Rus yüzbaşı bizi karşıladı ama çok geçmeden AVİR’in direktörünün Çerkeş olduğu anlaşıldı. Yazık ki adını hatırlayamıyorum.
Hasta olduğumu söyledim, daha önce gelip bildirimde bulunmadığım için özür diledim.
Bunu görebildiğini söyledi, Adıgey’e hoş geldiniz, dedi ama her nedense, ülkeden çok genç yaşta ayrıldığım için endişelenecek hiçbir şey olmadığını söyledi. Sonra pasaportlarımıza ve seyahat belgelerimize baktı, yeterli buldu. Tek sorunumuz bazı belgelerimize yapıştırılması gereken pulları bulmaktı ama genç binbaşı kısa sürede onları da buldu.
Nedenini bilmiyorum ama biz içeri girdikten kısa süre sonra iki Çerkeş AVİR’e çağrıldı. Bunlar, Ürdün’den anayurda dönüp Maykop’ta yaşayan İsmail Pşıpıy’la Adıgey Bilimsel Araştırma Enstitüsü’nde çalışan “Kahramanlık Destanı Nartlar ve Kökenf’nin (Geroiçeski Epos Nam i Yego Genesis) yazarı, tanınmış Nart Destanı uzmanı Asker Hadağati idi.
Onunla birkaç yıl önce Amerika’da tanışmıştım, Hajemet Neğuç ya da Asker Çesebi davet etmişti. Suad, annesiyle iyi ilişkisi olan İsmail Pşı-
Bu fotoğrafla arkadaşım Şahib Huşt dans ediyor, arkada M adin Mizağ phaçıç, Rosa
Soldan sağa: (I) Pşmesiyle Rosa Tuk. (2j Kadirhan Mizağ, (3) Mariyet Mizai (Şj
Tukopşıne çalıyor. (Fotoğraf 23 Nisan 1983 'te Kan Şehetl (Fotoğraf 23 Nisan I983'tt ağabeyimin evinin ön avlusunda çekildi) ağabeyimin evininde çekildi)
pıy’i tanıyordu.
Binbaşı özür dileyerek görevinin başına döndü. AVİR’in diıektörii Adıgey’de iyi zaman geçirmemizi diledi. İsmail Pşıpıy Suadin kızı gibi olduğunu söyleyerek bizi ve Asker Hadağatl’ı yakındaki restorana öğle yemeğine davet etti. O sırada eski iştahıma kavuşmuştum, yemeğin tadına vardım, restorandan kendimi daha iyi hissederek çıktım. Yemekten soma Asker Hadağati, araştırma enstitüsündeki ofisine davet etti. İki Çeıkes kızı bizi çiçek demetleriyle karşılayarak hoş bir gülümsemeyle bizi buyur etti. Enstitüde meslektaştılar. Circassian Star dergimin bütün sayılalım okumaktan keyif aldıklarını söylediler, gelecek yıllarda da yayınlamaya devam edeceğimi umduklarını belirttiler.
Asker Hadağati beni ofisine götürdüğünde, dergilerimin herhangi biı sayısını bulabilir miyim umuduyla kitap raflarına ve masa üstlerine baktım ama bulamadım. Dergilerin ona gönderdiğim sayılarına ne olduğunu sordum.
“İnan bana” dedi, “çaldılar!”
“Kimler?”
“Halkımız, kuşkusuz!”
Daha çok soru sorma zahmetine girmedim ama oturup Suad’lasohbet eden iki kız onaylayarak başlarını salladı.
Birkaç dakika sonra Asker Hadağati bize Maykop’taki parkı göstermeye gönüllü oldu. Sohbet ederek parka doğru yürürken durdu, bir apartmanın ikinci katındaki pencereleri gösterdi, “Burada oturuyorum ama siıi içeri davet edemiyorum. Eşim hasta!” dedi.
Bunu ondan duymak beni sarstı, ona duyduğum bütün saygıyı anınh* yitirdim. Benim için, bir Çerkesten, özellikle ondan, Çerkeş tarihini«
ÇERKESYA’DAN AMERİKA'YA 4ÇT
Soldan sağa: (1) Hızır Natho, (2) Kiziy Soldan sağa: (1) Issa Paranuko, (2)
Tuko, (3) Şahib Huşt, (4) İbrahim Halı§ Doletçeri Hahurate, (3) (4) Macid Napso
kültürünü iyi bilen bir adamdan bunu duymak düşünülemezdi. “Nacib” dedim, “belki eve gitmeliyiz. Konuklar bizi bekliyor olmalılar. Parkı daha sonra görürüz.”
Ağabeyim kabul etti. O da aynı şeyi hissetmiş olmalıydı. Bizimle geçirdiği zamana teşekkür edip izin istedik, Tahtamukay’a döndük.
Pasportnty Stol’a Çağrılma
Maykop’tan döndüğümüzün ertesi günü öğleden sonra hava açık ve nispeten sıcaktı. 1930’ların başında adına “Si Kasey” aşk şarkısı bestelenen ünlü Kasey Habohu bizi görmeye gelmiş, en küçük yeğenim Lyuba, ön avludaki büyük ceviz ağacının serin gölgesinde bize sofra kurmuştu. Na-cib’le ben konuklarımızla sohbet edip içerken, 11. Dünya Savaşı’ndan önce köyümdeki bir ceguda onu gördüğümü hatırladım, Hızır Hahurate’nin konuğuydu. O tarihte yirmili yaşların sonunda, yakışıklı bir adamdı. Şimdi ağabeyimin yaşındaydı, emekliydi ama hâlâ yakışıklıydı. Yaktığım büyük boy kent sigaralarına baktı (o zaman çok sigara içiyordum), bir paketin fiyatım sordu şaka yollu. Söylediğimde, emekli aylığının bir aylık sigara masrafına yetmeyeceğini belirtti. O anda birdenbire kapıya baktı, sohbet konusunu değiştirdi, “işte! Konuğumuz var!” dedi.
Hepimiz oraya baktık. Polis üniforması giymiş genç bir adamdı.
Bize kibarca, oldukça çekinerek selam verdi.
Hepimiz ayağa kalktık, selamına karşılık verdik, oldukça şaşırmış görünen Nacib bize katılması için onu sofraya davet etti. Kasey’le ben de bize katılmasını istedik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder