erotik shop ve cerkes bilgileri88
Bütün bu yıllar boyunca ÇHD’nin üyeleri her zaman binalarında toplu ibadet edecek bir yer buluyorlardı ama ölen üyelerini İslam dininin emrettiği biçimde yıkayıp defnetmeye hazırlamak için, Hıristiyanların cenaze evlerine götürmek gibi hoş olmayan bir sorunla karşılaşıyorlardı. Dernek, birleştikten sonra üye sayısının artmasıyla bu sorun giderek daha ileri bo-yuta varmıştı. Bu nedenle, 348 Totovva Caddesindeki binada bununu yeterli bir yer bulunduğunu ve bunu inşa etmeye bütçelerinin elverdi^^*! düşünen ÇHD’nin yürütme kurulu, cenaze evi inşa etmek için ilçe yeti;' lilerine başvurmuş ama planlanan proje için derneğin tesisinde yeterli yeri bulunmadığı gerekçesiyle başvuru reddedilmişti. Sonuçta, bir cami merkez inşa etme fikrini 1979’da sanırım Hubert Molam usa ortaya am Kısa süre içinde yürütme kurulu, daimi konsey ve ÇHD’nin genel üyeler] bu fikri onayladılar. Dolayısıyla, ÇHD’nin pratikte bütün Çerkeş toplub. ğunu kapsayan en önemli ve en büyük ölçekli projesi başladı.
Sanırım, o tarihte Asker Çesebi daimi konsey genel başkanı, Huberı Molamusa yürütme kurulu başkan ve Muheddin Pşımaf yürütme kurulu başkan yardımcısıydı. 348 Totovva Caddesi’ndeki binayı 1980’de sattılar, Aynı yılın nisanında ÇHD’nin yürütme kurulu, inşa edilmesi planlanan cami ve merkez için gereken arsayı almak amacıyla para bulmak için Hubert Molamusa’yla Muheddin Pşımaf’ı Suudi Arabistan’a gönderdi.
Suudi Arabistan’da Muttee’yle Çerkeş eşinin konuk ettiği Hubert Molamusa’yla Muheddin Pşımaf, dünyanın en zengin hayırseveri Şeyh Saldı Kamel’in mali danışmanı Suriyeli genç yurtsever Jabağa O. Kabati’yle tanıştırıldılar. Buldukları arsanın maliyetinin 225.000 dolar olduğunu söyleyerek Jabağa O. Kabati’ye görevlerini açıkladılar. Jabağa O. Kabati patronu Şeyh Saleh Kamel’e hemen mektup yazdı, ÇHD’nin cami ve merkez projesini açıkladı, bunun sonucunda Hubert Molamusa’yla Muheddin Pşımaf 45.000 dolarlık çek ve Şeyh Saleh Kamel’den cami ve merkez projesi için yılda 30.000 dolar ödeme sözü alarak Amerika’ya döndüler.
ÇHD geçici olarak Talat Catker’in 218 Belmont Caddesi’ndeki binasına taşındı. Yürütme kurulu Hubert Molamusa’nın başkanlığında bir inşaat komitesi kurdu. Komitenin diğer üyeleri Asker Çesebi, NasuhApı;, Abdin Kardan, Alisa Adijov, Amean Liy, Şarif Molamusa, NuriMamheğ, Yaşar Mamheğ ve Muhammed Şeker’di. Üç potansiyel yere baktılar, sonunda, 1981 yılında New Jersey’in Wayne ilçesinde 383 Oldham Yolunda yaklaşık bir buçuk hektarlık bir alan aldılar ama 1984 yılına kadar ÇHD, Wayne ilçesinden cami ve merkez inşaatı projesi için gerekli izni alamadı.
O tarihte bu, üye sayısı yetmişi zar zor geçen, elindeki bütün birikimini satın aldığı arsayla, ozalitleri hazırlaması ve Wayne ilçesinden inşaat projesi izni alması gereken mühendislerle avukatlara harcayan Çerkeş Hayır Derneği için çok pahalı ve çok güç bir girişimdi. Üstelik başlangıçta projenin maliyetinin bir milyon dolara yakın olduğu tahmin ediliyordıı, derneğin hemen göze alması gereken sorun bu kadar büyük miktarda parayı nasıl ve nerede bulacağıydı. Bu önce inşaat komitesi, sonra derneğin
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 445
bazı üyeleri, en sonunda da New jersey’deki üç bin kişilik Çerkeş topluluğu arasında hararetli tartışmalara yol açmıştı. Bazıları böylesine büyük bir inşaat projesine hiç gerek görmüyor, bazıları da Çerkeş topluluğumuzdaki çok sayıdaki üyenin buradan yararlanmayacağında, yararlansa bile böylesine büyük bir kompleksin hizmet giderlerinin topluluğumuzun ödeyemeyeceği kadar fahiş olacağında kararlı bir biçimde ısrar ediyordu. İnşaat işinde deneyimli birer uzman olan dernek başkanı Hubert Muhammed ve derneğin daimi mütevelli konseyinin genel başkanı Asker Çesebi bile, inşaat projesinin tahmin edilen maliyetinde kesinlikle anlaşamadılar. Hubert Muhammed’e kıyasla. Asker Çesebi projenin giderlerinin daha yüksek olacağını öngörüyordu.
Yine de dernek başkanı Hubert Molamusa, derneğin üyelerinin çoğunluğunun ve yürütme kurulunun desteğini alarak çok çalışmaya devam etti. Bu çabasının sonucunda, önce Rabitta Islamiye’nin direktörü Dr. Fahd Al-Nasir’la tanıştı, daha sonra onun yardımıyla, ÇHD’nin cami ve merkez inşaatı projesinin masraflarını ödeme sözü veren, Washington DC Suudi Arabistan Büyükelçisi Prens Bender bin Sultan’la tanıştı.
New York’ta Birleşmiş Milletlerdeki Arap diplomatlarının çocuklarına din ve dil öğreten Bayan Suad A. Natho ve Bayan Macida Mufti Hilmi’nin yardımıyla, derneğimizin temsilcileri inşaat projesi için para toplama amacıyla Suudi Arabistan, Ürdün Haşimi Krallığı, Kuveyt ve Libya konsoloslarıyla tanışmaya başladılar. Derneğimizin başkanı Hubert Molamusa, Bayan Macida Müfi Hilmi ve ben birçok kez Arap konsolosluklarına gittik, para istedik, onları süreci hızlandırmaya teşvik ettik. Bu çabaların sonunda Ürdün elçiliği ve havayolları para toplama amacıyla Suudi Arabistan’a gitmemiz için bize dört gidiş dönüş bileti vereceğine söz verdi. Suudi Arabistan konsolosluğu derneğimize verecekleri para hazır olur olmaz bize vize vermeye söz verdi. Yardım sözleri cesaret verici görünüyordu ama istediğimiz ve umduğumuz gibi çabuk gerçekleşmiyor-
ÇHD binast 44 Hiliman Sokak, Paterson, New Jersey, 1958-1972
Çerkeş Hayır Derneği binası 348 Totom Caddesi, Paterson, New jersey 1972-191
Birlenmeden önce ÇHD’nin bazı üyeleri Soldan sağa (ilk sıra): (I) Aslan Gutta,
(2) Mahmud Katari, (3) Yusef Guçetl; (ikinci sıra): (4) Mtfeost Huako, (5)
Talaştan Yeneko, (6) Şaban Küba, (7) İsmail Yevutıh’in kızı, (8) ?, (9) Hajret Kabardeylerinden (üçüncü sıra): İsa Tharkuaho, (11) Hajret Kahardeylerinden (12) Nuh Staj, (13) İsmail Yevutıh, (14) Edik Bjasso, (15) Boris Koble. (Navriz Zakayevin çektiği fotoğraf Çerkeş Hayır Demeği Tarihi 'nden alınmtjttr)
du. Bu nedenle, derneğimiz Prens Bender bin Sultanı, söz verdiği yardımı hızlandırır umuduyla inşaat projesinin temel atma törenine davet etti. Ama Prens kendi gelmektense, törene katılması için New York Suudi Arabistan Başkonsolosu Saad Al-Nather’i temsilcisi olarak gönderdi.
Derneğimiz bekleyemezdi. İnşaat projesinin maliyeti her geçen gün, her geçen ay artıyordu. Bu nedenle yürütme kurulu, Bayan NavalNad, Muheddin Goff, İsmail Kazan ve Macida Mufti Hilmi’yle birlikte benim de üyesi bulunduğum bir para toplama komitesi kurdu. Müslüman ve i; adamı olan herkesten ama çoğunlukla New Jersey’in Paterson bölgesindeki Çerkeslerden heyecanla para toplamaya başladık. Hafta sonları öğlenden gece ona kadar kapı kapı dolaşarak hem bekârları hem aileleri evlerinde ziyaret ettik, proje için para topladık. Yanımızda bir makbuz defteriyle bir hesap defteri taşıyarak aldığımız her dolar karşılığında makbuz verdik, işbirlikleri ve cömertlikleri için içtenlikle bol bol teşekkür ettik. Hesap defterine adlarını, ödedikleri ve vaat ettikleri parayı, aileleri varsa ailelerindeki adları da not ettik, böylece Amerika’daki Çerkeş topluluğunun nüfus sayımını yaptık. Daha önce de söylediğim gibi, topluluğumuz o
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 447
tarihte bölünmüştü ama para toplama komitesinin üyeleri olarak bizler, dernek üyesi olsun olmasın, projeden yana olsun olmasın her Çerkesten yardım istemeye kesin kararlıydık. Dahası, projeye katkıda bulunan her Çerkese ÇHD adına kişisel teşekkür notları göndermeyi şaşmayan bir alışkanlık haline getirdim. İnşaat projesi bitinceye kadar bu para toplama çabasına aylarca, yıllarca devam ettik. Halkımızın çoğu çabalarımızı derinden takdir ediyor, bize büyük konukseverlik ve saygı gösteriyordu. İsmail Kazan ekipten ayrıldıktan sonra, para toplama ekibimize Nacdet Balkar katılmıştı.
Çocuklarttntztn İlk Pazar Okulu
ÇHD, Talat Catker’in 218 Belmont Caddesi, Haledon, New Jersey adresindeki evine geçici olarak taşındıktan kısa süre sonra, 1980’lerin başında derneğimizin binasında ilk Pazar okulumuzu açtık. Çocuklarımıza dilimizi, geleneklerimizi ve dinimizi öğretmeye başladık. Sekizle on dört yaş arası kız ve erkek on üç öğrencimiz oldu hemen, hepsine aynı zamanda aynı odada ders veriyorduk.
Eğitim kurulumuzun direktörü Samira Chak’tı, gönüllü eğitim kadromuzun geri kalanı Bayan Suad A. Natho, Bayan Nura Gojal, Bayan Muna Kojak, Bayan Janet Harun, Bayan Macida Hilmi, Bayan Hana Başkur, Valid Bjeduğ ve benden oluşuyordu. Macidayla ben çocuklara anadilimizi ve geleneklerimizi öğretiyorduk, geri kalan kadro din ve Arapça öğretiyordu. Bayan Naval Naci, kimi zaman Talat Catker’le, kimi zaman da Latif Ahmed ve diğerleriyle birlikte çocuklarımıza dans öğretmeye uğraşıyordu her zaman.
O tarihte Hubert Molamusa Çerkeş Hayır Derneği’nin başkanı, Asker Çesebi genel başkanı, ben daimi mütevelli heyetinin üyesiydim. Derneğimizin birkaç masa, iskemle ve bir bilardo masasıyla döşediğimiz yeni tesisi küçük bir ofis, bir mutfak ve bir odadan oluşuyordu.
Adıgey ve Kabardey’den gelen ders kitaplarının hepsinde Lenin, Sta-1in ve Komünist Parti propagandası bol bol yapıldığı için, derneğimizin yürütme kurulu ve daimi konseyi Pazar okulumuzda Çerkesçe öğretirken öğretmenlerin, Kabardey-Balkar Cumhuriyeti’nin Ürdün’deki Çerkesler için özel bastırdığı, metinlerde Sovyet propagandası yapılmayan Adıgebze ders kitabından yararlanmasına karar vermişti. Derneğimizin bazı üyeleri, özellikle Abzeh ve Bjeduğ annelerle babalar çocuklarına Kabardey lehçesi öğretilmesine içerlediler ama çoğunluk bunu iki nedenle kabul etti; 1) İçinde komünist propagandası bulunmayan tek ders kitabı buydu.
Öğrencileri yüzleri birbirine dönük olarak sıraya sokuyor, birbirlerini işaret ederlerken bunu okutuyordum. Son satıra geldiklerinde yüksek sesle, coşkuyla ve sağ ellerinin yumruklarını göğüslerine vurarak okumaları gerekiyordu. Yeterince yüksek sesle okumazlarsa, “Ne oldu? Annenizle babanız bu sabah sizi doyurmadılar mı? Daha yüksek sesle ve zevk alarak söyleyin!” diyordum. Söylüyorlardı. Ah, bunu ne kadar seviyorlardı!
Ertesi Pazar anneleriyle babaları derneğimize geldiler, çocuklarına ne yaptığımı sordular, eve "DiAdıgeu di/>reı^M«;.'”diye bağırarak koştuklarını söylediler.
Tek odada farklı yaşlardan bu kadar çok çocuğa ders vermek göründüğü kadar kolay değildi. Çok geçmeden umulmadık birçok sorun karşımıza çıktı. Öğrencilerimizden yaşça büyük kızlar ve erkekler, daha küçük çocuklarla birlikte ders yapmaya içerlemeye başladılar. Öte yandan, çocukların çoğu okula deftersiz ya da kitapsız gelmeye başladılar, bunları biz sağlamak zorunda kaldık. Ancak biz kalemleri verir vermez bazıları karate yapabildiklerini göstermek için tek vuruşta bir düzine kalemi kırıyorlardı. Bazıları verdiğimiz ev ödevlerini masada bırakıp eve elleri boş gidiyorlardı. Diğerleri ev ödevlerini yapmıyorlardı. Diğer öğrencileri bilerek kötü etkileyen yaramaz öğrencilerin bazılarına bu ve başka nedenlerle ara sıra vurmak ya da ceza vermek zorunda kalıyordum. Çocuklara, özellikle de öğrencilere vurmanın ya da ceza vermenin ABD yasasına kesinlikle aykırı olmasına karşın, yine de öğrencilerin ya da annelerle babaların hiçbiri bunun için bana karşı çıkmadı.
KaleçerVyle Sorunlar
1982 kışında soğuğun iliklere işlediği bir gün SuadTa ben, Suad’ın kardeşi Linda’yı görmek için New Jersey’e, Prospect Park’a gittik. Suad, Linda ve kayınvalidesi mutfakta ve ben de oturmuş, ailenin atası îzedin Kaytıko’y-la sohbet ederken, Linda’nın kocası Ghasan geldi, kendisinin ve ağabeyi
Sen,
Ben Çerkesim,
Sen Çerkessin,
Annem Çerkestir,
Annen Çerkestir,
Babam Çerkestir,
Baban Çerkestir,
Onlar bizim için çok değerlidir.
Şenle ben kardeşiz.
Dilimizi çalışmaya ve hakiki Çerkesler olarak yaşamaya başlayacağız.
450 KADİR NATHO
Anvar’ın az önce, New Jersey’nin Wayne ilçesindeki genel hastaneninho lünde yaşlı, hasta bir Çerkesin yattığını gördüklerini söyledi. Yaşlı adamın adını bilmiyordu ama tarifinden o adamın, Amerika’daki Çerkeş topin. lüğümüzün en yaşlılarından biri, Kaleçeri Yebutl olduğunu anlayabildim Daha önce onunla ara sıra karşılaşmıştım, annesinin Natho olduğunu birçok kez söylemişti bana. Dahası, New York Özel Cerrahi Hastanesi’n-de ilk kez ameliyat olduğumda beni ziyaret eden birkaç Çerkesten biriydi Yaşına göre hâlâ yakışıklı, general gibi davranan bir sarışındı ama kaba-dayı gibi öfke patlamaları yüzünden adı çıkmıştı.
New Jersey’nin Totowa Caddesi’ndeki tesisimizde yapılan bir toplantıda bir zamanlar birileriyle kavga ettiğini, polis çağrıldığında tabanca-sini bana vererek, “Al bunu evlat, sakla!” dediğini hatırladım. Tabancayı alıp tuvalete koşmuş, saklayacak güvenli bir yer aramış ama bulamayınca gömleğimin altına, kemerime sokmuştum. Polis geldiğinde tabancadan söz bile etmemiş ve arama yapmamıştı. Onlar gider gitmez Kaleçeri tabancayı aynı biçimde benden geri almıştı... Suad’a, yaşlı adama gidip yardımım olur mu, diye bakacağımı söyledim.
Yaşlı adamın kim olduğunu çözüp çözemediğimi sordu.
Tabancası varsa Kaleçeri olması gerektiğini söyledim.
Bu adamın konukseverliğiyle tanınmış Yehutl soyundan gelmekle çok gururlandığı daha ilk cümleden belliydi. Yine de, bu kadar bağırarak şikâyet etmesinin ona hiç yakışmadığını, Çerkese hiç benzemediğini, ailesi ve halkı adına utanç verici olduğunu düşündüm.
Çerkeslere hiç benzemeyen bu zayıflığından büyük düş kırıklığına uğrayarak, odasına girdik, onu hezeyan içinde bulduk. Yatağında her tarafı tüplere bağlanmış yatıyordu, yüzüne kan hücum etmişti, gözkapaklaıı kapalıydı, aynı sözleri tekrar tekrar hâlâ söylüyordu. Kahramanlarımııın düşmanla karşılaştıklarında gözü kara cesaretleri kadar mütevazılıklan
172 “Yemek yemek istiyorsan Yehutl’lann eski konukevidir bu, içmek istiyorsank-hutl’lann eski konukevidir bu, dediler! Ah! Oh! Ah! Oh!”
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 4^:^
ve dayanıklılıklarıyla en büyük övgüyü aldıkları Çerkeş halk hikâyelerini acaba hiç duydu mu, diye merak ederek bir süre durup onu seyrettim. Onun için tam olarak ne yapabileceğimizi ya da ne yapmamız gerektiğini bilmeden bir süre orada durup onu seyrettim. Biraz duraksadıktan sonra, kan hücum eden yüzüne bakarak yatağına yaklaştım, hafifçe terlemiş alnına dokundum. “Kaleçeri” dedim, “Ben, Kadir. Umarım, kendini daha iyi hissediyorsundur.”
Bağırmayı kesti, yavaşça gözlerini açtı, '"tiphorelf^l Beni görmeye geldin, tiphorelf. Ne ho§!”
Kendini nasıl hissettiğini sordum. Arnk yaşamak istemediğini söyledi. Ölmek istiyordu. Onu neden orada tutuyorlardı ki?
“Bak, Kaleçeri! Benimle birlikte seni görmeye kim geldi, bak!” dedim, kendisini daha iyi hissettirmeye çalışıp Suad’ı göstererek.
“Nıse’yi getirdin” dedi, yüzünde çok az fark edilebilen bir gülümseme belirdi. Ama az sonra yüzünü buruşturdu, “Söyle onlara, ellerimi çözsünler! Ya, o oy! Ya, o oy” dedi.
Suad yavaşça ona doğru ilerledi, alnına dokundu, kendini nasıl hissettiğini sordu. Teşekkür etti, bir şey söylemeye çalıştı ama yavaş yavaş uykusu geldi, gözlerini kapadı, horlamaya başladı.
Hemşire içeri girdiğinde biz birkaç adım geri çekilmiş, bir süreden beri Kaleçeri’yi seyrediyorduk. Hemşire, ona bağlanan rüpleri ve cihazları kontrol etti, sonra nabzına bakmaya çalıştı. Kaleçeri “Ya, o oy! Ya, o oy” diye bağırarak uyandı, hemşireyi korkunu.
Hemşire, Kaleçerihin onları sevmediğinden, verdikleri yemeği yemeyi ya da ağızdan ilaçları almadığından, “Gidin! Gidin!” diye bağırıp durduğundan şikâyet etti. Doktorlarından biri geldi, arada sık sık “Ya, o oy! Ya, o oy” diyerek, doktora öfkeyle bağırıp, kendisini yalnız bırakmasını ve yaşamak değil ölmek istediğini söyleyen Kaleçeri yi muayene etmeye başladı.
Bundan sonra doktor bize selam verdi, kendinden önce gelen hemşire gibi o da şikâyete başladı. Kaleçerihin, “Ya, o oy! Ya, o oy” diye bağırdığında “Git” demediğini, bunun yalnızca onun inleme biçimi olduğunu açıkladık.
Doktor, Kaleçerihin yemek yemesi gerektiğini ama hemşirelerin ona yemek yedirmesine izin vermediğini açıkladı. Ellerini bağlamazlarsa Kaleçerihin, bağlanan bütün dipleri çıkarmaya çalıştığını da söyledi. Do kunmadığı tepsideki öğle yemeğini gösterdi, yemek yemesi gerektiğin söylememizi ya da ona yemek yedirmemizi istedi.
Yemek tepsisini alıp hemen Kaleçeri’ye yaklaştık. Önce bir şey yeme;'
173 Tiphorelf-Yeğenimiz.
454 KADİR NATHO
yanaşmadı ama bize bu iyiliği yapması için onu ikna etmeyi başardık Suj önce içmesi için bir bardak portakal suyu verdi, sonra lokma lokmaağ^,^ vererek biraz yemek yedirdi. O günden sonra Kaleçeri’ye yemek yedirmel; Suad’ın gündelik işi oldu. Şiddetli soğuğa, derin kara, özellikle de kışı„ yolların kayganlığına aldırmadan bir ay boyunca her gün New York’ta^ New Jersey’nin Wayne ilçesindeki genel hastaneye gitmek zorunda kaldık Volvomu yavaş ve çok dikkatli sürsem de, yolumuzun üzerinde patinaj yapmış, kara saplanmış ya da kaza yapmış bir düzine arabanın yanından geçmek bizi şaşırtıyordu. Arabamın bagajı bastığım kitaplar ve dergilerle dolu olduğu için, böyle sağ salim gidebildiğimiz anlaşıldı daha sonra.
Her neyse, hastanede Kaleçeri’ye bakıp yemek yedirirken, ilk birkaç hezeyanlı gününde inlemeler ve küfürler arasında inanılmaz yaşam öyküsünün tamamını anlattı bize. Çok ilginç ve sizinle paylaşmaya değer olduğunu düşünüyorum.
Kaleçeri, Adıgey’in Hatlekuay köyünde yaşayan varlıklı bir ailenin tek çocuğuydu. Krasnodar’dan Novorossiysk’e giden demiryolunun bakımını sözleşme yaparak üstlenen babası onu imam olması için İstanbul’a göndermişti. Bu ileri yaşındaki görünüşten varılan yargıya göre, gençliğinde çok yakışıklı olmalıydı.
Kaleçeri, Türkiye’de eğitimini bitirip yurda döndüğünde pek Rusça konuşamıyordu ama çok geçmeden ortadan kayboldu. Bu nedenle, annesiyle babası onu çok merak ederek aramaya başladılar. Babası Rus gazetelerine ilanlar vermeye başladı, insanlardan tarif ettiği oğluna benzeyen birini görürlerse, kendisine bildirmelerini istedi.
Kaleçeri’nin babasını kişisel olarak tanıyan General Kılıçgirey Ham-ko, arkadaşının verdiği gazete ilanlarından birini okumuştu. Trenle St. Petersburg’tan Moskova’ya giderken Çerkeş kıyafeti giymiş şık iki genci fark ettiğinde, okuduğu gazete ilanını hatırladı, yanlarına gidip Çerkesçe selam verdi.
Çerkesçe konuşan ve kendilerinden büyük bir subayı görünce hemen saygıyla ayağa fırladılar, selamına kibarca karşılık verdiler, oturması için yer gösterdiler. General onlarla konuşurken gösterdikleri yere oturdu ama onlar, yaşlı bir kişiye gösterilen Çerkeş geleneksel saygısının gereği olarak ayakta durdular. Generalin oturmalarını istemesine, hatta ısrar etmesine aldırmadılar. General Kılıçgirey onlarla birkaç dakika sohbet ettikten sonra, birinin Kaleçeri, yani babasının aradığı oğlu olduğunu öğrendi. Diğeri Kaleçeri’nin arkadaşı Kalaubat’tı. Finlandiya Kanalı’nı görmeye gitmişler, eve dönüyorlardı.
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 455
Demeğimizin tesisindeki ilk Çerkeş öğrenci grubumuz
General Kılıçgirey Hanıko onları Moskova’daki yerine davet etti, birkaç gün sonra taçankayla evine götürdü. Yolda general Dikaya Diviziya’yı (Vahşi Tümen) kurduğunu, onlar gibi genç Çerkesleri aldığım da söyledi.
Kaleçeri’nin annesiyle babası oğullarının geri dönmesine sevindiler, onu evlendirmeye karar verdiler, iyi bir ailenin kızını getirdiler, o günlerde kabul edilen uygulama buydu. Ancak, Kaleçeri bu haberi alınca ar kadaşına atlan eyerlemesini söyledi, gece Kalaubat’la birlikte gidip Vah' Tümene gönüllü yazıldı, çünkü başka bir kıza âşıktı.
Bir süvari taburu olan Vahşi Tümen’de Kaleçeri’yle arkadaşı, Rı Devrimi’nde Beyazların yanında Kızıllara karşı savaştılar. Sonunda B< şevikler Çarlık hükümetini devirdiklerinde, Kaleçeri’yle Kalaubat süv taburuyla birlikte Kafkasya üzerinden Rusya’yı terk ederek karayolu Türkiye’ye gittiler. Türkçeyi akıcı konuşan Kaleçeri, Türklere Rus k; parasının çok geç geçmeden eski değerini kazanacağını söyleyerek, eni yona girmiş Rus parasını altınla değiş tokuş ediyordu. Ancak kısa sonra birliğinden birini öldürdü, arkadaşları onu gruptan attılar. C arkadaşıyla birlikte Yugoslavya’ya gitti, Belgrad’a yerleşip restoran aç Yugoslavya’daki Çerkesler bir süre sonra Kaleçeri’nin kim oldu; öğrendiler. Bir gün yaşlı bir Çerkeş thamata restoranına gidip onu
bul etmeye yanaşmadı, arkadaşı geldiğinde bundan söz etti.
Kalaubat, Kaleçeri’ye Çerkeş büyüğüne saygısız davrandığını, daveti kabul etmesi gerektiğini söyledi. Sonuçta iki arkadaş, büyüğün evine ab şam yemeğine gitti.
Büyük konukseverlikle karşılandılar, şıps-pasta ikram edildi onlara. Yemekten sonra Çerkeş thamata, kızını Kaleçeri’ye vermek için onları davet ettiğini söyledi.
Kaleçeri, yurduna dönme niyetinde olduğu için, onunla evlenmeyeceğini söyledi.
Thamata, “Irkımızı korumak için kızımı sana veriyorum. Sen nereye gidersen git o gelir” dedi.
Sonuçta, Kaleçeri gönülsüzce onunla evlendi.
Çok geçmeden birbirlerini içtenlikle ve tutkuyla sevmeyi öğrendiler, Kaleçeri ev işlerini yapsın diye ona hizmetçi tuttu ama eşi kendi elleriyle yıkamadığı iç çamaşırını ya da çorabı ona giydirmiyordu.
Bu süre içinde Kaleçeri, ordunun askeri üniformalarını yapması için onunla sözleşme yapan Tito’yla arkadaş oldu. II. Dünya Savaşı çıktığında Kaleçeri’yle sevgili eşinin çok yakışıklı iki oğluyla güzel bir kızı vardı, ama onları bırakıp arkadaşı Tito’yla birlikte savaş hattına gitti. Tito Almanlara karşı gerilla savaşı yürütmeye başladığında Kaleçeri yedi yıl onlarla yan yana savaştı. Tito’yla eşinin en yakın, en güvendikleri arkadaşıydı. Sonra bir felaket oldu; Tito’yla birlikte savaşırken, Belgrad’taki evinin tam üzerine bomba düştü, sevgili eşiyle üç çocuğu öldü!
II. Dünya Savaşı bitince Kaleçeri, Tito’ya artık Belgrad’da ya da Yugoslavya’da yaşayamayacağını söyledi. Tito arkadaşının durumunu anladı, ona özel hediyeler verdi, Amerika’ya göç etmesine yardım etti.
Kaleçeri Belgrad’daki arazisini sattı, sürekli silah taşıma hakkı almasına yardım eden Yugoslav arkadaşı Tito’nun yardımıyla, 1950 civarında New Jersey’nin Paterson şehrine yerleşti. Amerika’ya iki yüz elli bin dolarla geldiğini iddia ediyordu ki o günlerde bu çok büyük paraydı.
Kaleçeri, Paterson’da George Washington Anıt Mezarlığı’nda çalışan, mezarlıktaki otları kesen, yaz mevsiminde burayı temiz ve düzgün tutan Çerkeş büyüklerinden biriydi. Mevsimlik işti bu. Bir grup Çerkeş bu işi yaşlarına uygun buluyordu. Fazla para almıyorlardı ama işlerinin doğası, her yıl otomatik olarak ara verdikleri kış mevsiminde işsizlik parası alma hakkı tanıyordu onlara.
1960’ların başında Kaleçeri doğduğu köye, Hatlekuay’a gitti. Tito.vla
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 457
birlikte Nazi işgalcilere karşı savaştığı için Adıgey’de ve Krasnodar bölgesinde son derece iyi karşılandı. Kendini karşılamaya gelen bütün arkadaşlarına altın kol saati hediye ettiği söyleniyordu.
Bir hafta kadar sonra Kaleçeri’nin hezeyanları bitmiş, doktorlarıyla ve hemşireleriyle değil, yalnızca benimle ve her zaman Nıse diye hitap ettiği Suad’la daha mantıklı ve kibarca konuşmaya başlamıştı. İlk söz etmeye başladıklarından biri, evinin anahtarı, tabancası ve parasıydı. Hepsini ameliyatından az önce hastanenin holünde karşılaştığı bir Çerkese vermişti. Bilincini yeniden kazanır kazanmaz adını bilmediği Çerkesi bize ısrarla sormaya başladı, aldıklarını geri vermeyeceğinden çok korkuyordu.
Onları verdiği genci tanıyorduk. Ghasan’ın ağabeyi Anvar Ijak Kay-tıko’ydu. Dolayısıyla, onunla temas kurduk, onları hastaneye getirip Ka-leçeri’ye geri verdi. Kaleçeri başhemşireyi çağırdı, giysilerini koydukları hastanenin kilitli dolabına koymasını istedi. Sanırım, Anvar’den aldığı para 475 doların biraz üzerindeydi.
Hemen Suad’la bana biraz parası olduğunu, parayı bize vasiyet etmek istediğini ima etti. Sanki biz bunun için ona bakıyorduk. Bu imaya gücendim, bir kez daha tekrar ederse ikimizin de onu görmeye gelmekten vazgeçeceğimizi açıkça söyledim. Başına bunun gelmesini istemediği belliydi, çünkü bunu söylemeyi bıraktı. Evinden çıkarılmasın diye kirasını ve elektrik faturalarım ödediğimi bilmiyordu. İçimde bunu bildirme isteğini hissettim ama sonra kendimi frenledim. Ne de olsa hastaydı, zihinsel huzuru olmalıydı.
Hastalığının yanı sıra, ameliyattan sonra iyileşir iyileşmez bakımevine yerleştirilme olasılığı da onu bekliyordu ve bunun bilincindeydi. Bu süreç hastaneye yatmadan çok uzun zaman önce başlamış olmalıydı, çünkü Pa-terson’daki bir kiliseden olan ve bir süre önce Kaleçeri’yle arkadaşlık eden bir hanım ara sıra onu görmeye hastaneye geliyordu. (Bazı kiliselerin, Kaleçeri gibi kimsesiz yaşlılara yardım etmek, zamanla inanıp güvenmelerini sağlamak, daha iyi hizmet almaları için miraslarını kendilerine bakan kiliseye bırakarak bakımevine gitmeye ikna etmek için bulundukları bölgelerdeki cemaat üyelerini gönderme âdeti vardı.)
Bunun çok iyi farkında olan Kaleçeri kendisini eve götürmemi istemeye başladı ama doktor izin vermeden bunu yapamazdım. Üstelik ona bağlanan tüpleri ilk fırsatta çıkardığı, hastanenin hemşirelerinin yemek yedirmesine ya da doktorların gerekli ilaçları vermesine çoğu zaman karşı çıktığı, her gün Suad’ın yemeye ikna ettiği yalnızca birkaç lokmayı tükettiği için cok yavaş iyileşiyordu. Doktorların ya da hemşirelerin ne zaman
458 KADİR NATHO
yaklaştıklarını görse hâlâ, “Benden uzak durun. Artık yaşamak istemiyû rum! Ölmek istiyorum!” diye bağırıp duruyordu.
Hastanenin doktorlarından birini bana gösterip, en yakın arkadaşla rından birinin, emekli bir Yugoslav generalin oğlu olduğunu söylediğin, de, bir aydan daha uzun süredir bu durumda olmalıydı. “Eve gitmemt yardım etmesini söyle ona” dedi. “Bakımevine gitmek istemiyorum.” Önce ona inanmadım ama sonunda doktorla konuştum. Kaleçeri’nin babasının iyi arkadaşı olduğunu doğruladı. Kaleçeri’nin isteğini söylediğimde, bize yardım edemeyeceğini söyleyerek hastanenin başhekimiyle konuşmamı öğütledi.
Genç doktora öğüdü için teşekkür ettim, hastanenin sosyal hizmetler ofisine gittim. İçerideki iki kadının izniyle telefonu alıp genel hastanenin başhekimiyle konuştum. Beni hemen sesimden tanıdı, benim için ne yapabileceğini sordu. “Doktor” dedim, “Kaleçeri bakımeviae gitmek istemediğini söyleyip duruyor, kendisini eve götürmemi istiyor. Hastanenizden çıkmaya hazır olduğunda bana bu iyiliği yapar mısınız?”
Doktorun ses tonu hemen değişti. “Olamaz bu” dedi. “Ona bakacak kimsesi yok.”
“Ama doktor” dedim, “biliyorsunuz, hemşirelerin yemek yedirmesine hep karşı çıkıyor. Bakımevinde de aynı şeyi yapar, ölür orada. Bırakın, en azından iki haftalığına evine gitsin. Bu süre içinde sağlığı düzelmezse bakımevine gönderin.”
Doktor, Kaleçeri’nin yalnızca bakımevine değil, akıl hastanesine de gönderilmesi gerektiğini söyledi.
“Doktor” dedim, “Kaleçeri hakkında fikriniz buysa, aklı başında mı ya da ruhsal dengesiz mi olduğunu görmek için - sizin, benim, hastanenizin sosyal hizmet uzmanlarının ya da beraberinizde getirmek istediğiniz herhangi birinin- Kaleçeri’yle konuşmamızı öneriyorum. Sizi sosyal hizmetler ofisinden arıyorum.”
Doktorun önerimi kabul etmesine çok şaşırdım, Kaleçeri’ye gittik. Doktor, neden bakımevine değil, evine gitmek istediğini sordu. Kaleçeri bir an bize baktı, açık açık “Burası özgür bir ülke doktor. Nerede ya da nasıl yaşayacağıma karar vermeye kimsenin hakkı yok. Eve gitmek istiyorum!” dedi.
“Eve giderseniz” dedi doktor, “diplomalı bir hemşire saati yirmi beş dolardan günde yirmi dört saat size bakmalı. Bunu ödeyebilir mksiniz?" “Ben ödeyemezsem arkadaşım öder” dedi Kaleçeri, gözlerini bana çevirerek.
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 459
Doktor ona daha çok soru sorma zahmetine girmedi. Bana baktı, “İstediği buysa onu evine götürebilirsiniz ama günde yirmi dört saat ona bakacak diplomalı bir hemşire tutmalısınız. Onu ambulansla eve götürün” dedi. Ardındaki sosyal hizmet uzmanlarıyla birlikte gitti.
Kaleçeri mutlu görünüyordu. “Elbiselerimi getirin” dedi. “Çabuk!”
Hemşireyi çağırdım, Kaleçeri’nin elbiselerini getirmesini söyledim, hastanenin ana bürosuna gidip Kaleçeri’nin çıkış belgelerini vermelerini istedim. Ambulans bulmalarını da istedim ama kaç saat bekleyeceğimi, bütün ambulanslarının o an işi olduğunu söylediler. Kaleçeri’nin evine gelecek diplomalı bir hemşire buluncaya kadar bir saat geçti. Aradığım bütün ajanslar bana bir sonraki gün diplomalı bir hemşire gönderebileceklerini söylediler, oysa ben hemen istiyordum. Sonunda hem ambulansı hem de para ödenecek hemşireyi buldum. Ambulansa Wayne’deki genel hastaneye gelmesini, hemşireye de Kaleçeri’nin Paterson’daki evinin holünde beklemesini söyledim, Kaleçeri’nin yanına gittim. Ne zaman onu tekerlekli sandalyeye oturtmaya çalışsalar, hemşirelere bağıran, haykıran adam tepeden tırnağa giyinmiş, Suad’a gülümsüyordu. Ambulansı beklememiz gerektiğini söyledim.
“Teşekkürler, tiphorelf! Teşekkürler, Nıse. İkiniz de buraya gelin!” dedi Kaleçeri.
İkimiz de yanına gittik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder