erotik shop ve cerkes bilgileri44

erotik shop ve cerkes bilgileri44

 saniye önce kendisini arayıp aramadığımı sorardı. Birbirimizle konuşmaya devam etmek için bunun yalnızca bir bahane olduğunu o da ben de bilir ve önce oldukça garip konuşurduk. Bu kez hiç bahane bulmadan aradı, hastanede olduğunu söyledi. Dolayısıyla, ciddi bir biçimde yaralandığını öğrendim. Matbaadaki işin sorumluluğunu Bay Sindikeli’ye bıraktım, bir kutu çikolata aldım, taksiye atlayıp Roosevelt Hastanesine gittim. Koğuşuna girdiğimde yüzü berelenmiş yatıyordu, dudaklarının arasında kan izi görülüyordu. Alçıya alınan sağ bacağı yatağın üzerindeydi, ağırlık takılmıştı. Dr. DeNesnera yanında duruyor, bir bloknota not alıyordu. Arkadaşıma, üç gün önce orta Man-hattan’da karşıdan karşıya geçerken bir motorlu taşıtın çarptığını, ciddi bir biçimde yaralandığını, sağ kalçasının ve bacağının kırıldığını söyledi.
Dr. DeNesnera sorumlu hastane hekimine danışmak ve röntgenlere bakmak için gitti. Sakinleştirici ilacın etkisi altında bulunan arkadaşımla konuşamadım ama koğuş hemşireleriyle konuştum, arkadaşıma lütfen iyi bakmalarını rica ettim, orada biraz kaldıktan sonra çıktım.
îki haftadan daha uzun süre, işten çıkınca her akşam hastaneye onu ziyarete gittim, hemşirelerin ona daha iyi davranmasına yararı olduğu için bir kutu çikolata alıyordum. Yavaş yavaş iyileşmeye başladı, hemşirelerle daha da dost oldu, onlardan dahi iyi hizmet aldı, bu ona kendisini mutlu ve gururlu hissetririyordu. Bunu görmek beni sevindiriyordu.
Ancak, bir gün panik halinde telefon edince şaşkına döndüm. Bir şey yapmazsam kendisini hastaneden atacaklarını söyledi. Ses tonundan ciddi olduğunu anlayabiliyordum. Hemen Dr. DeNesnera’ya telefon ettim, bu konuda bana bir şey söyleyebileceğini umuyordum. Söyledi de. O da arkadaşım kadar heyecanlıydı, bütün hastane personelinin - hemşirelerin ve doktorların- Bay Lee ye ansızın karşı bir turum aldıklarını, kendisinin bu konuda hiçbir şey yapamadığını söyledi. Ne olduğunu bilmediğini belirtti. Hatta hastanenin sorumlu doktoruyla sorun hakkında konuştuğunu, onun da Bay Lee ye şiddetle karşı olduğunu söyledi.
Ahizeyi aldım, Roosevelt Hastanesine telefon ettim, görevliyle konuşmaya başladım. Dr. DeNesnerahın dediği gibi, hepsinin arkadaşıma son derece karşıt olduklarını anladım. Başka bir seçenek kalmadığı için, hastanenin başhekimiyle konuşmayı istemeye haşladım, saatlerce yanaşmadıktan sonra sonunda beni ona bağladılar, iyi günler dediğimde, “Kim arıyor?” dedi.
G.A. Press’ten aradığımı ve hastası Bay Şahançeri Liy hakkında onunla konuşmak istediğimi söyledim.
“Personelime tükürüp duruyor, onlara hakaret ediyor!”
“Akli dengesizliğini biliyorum, doktor” dedim. “Hastalığının bir parçası bu. Onu siz anlayamazsanız kim anlar.^ Ergenlik çağında Sibirya’ya sürüldü, bu akli denge durumu orada ortaya çıktı. Lütfen, durumunu anlamaya çalışın...”
“Siz kimsiniz?” diyerek sözümü kesti.
“Bay Lee’yi iyi tanıyan bir arkadaşıyım yalnızca. Akıl hastası olduğunu anlamaya çalışın lütfen, şefkatli olun, onu bağışlamaya çalışın. Tek istediğim bu, doktor.”
“Peki, hastanemizde bir hafta daha kalmasına izin veriyorum. Bundan sonra çıkıp gider! Neyse, artık hasta değil. Bacağını zaten kullanabilir ama üzerinde durmaya yanaşmıyor.”
Yaptığı iyilik için doktora teşekkür ettim. Bit hafta sonta arkadaşım, alma hakkının bulunduğu hiçbir sosyal hizmeti almadan Roosevelt Hastanesinden taburcu edildi.
İşlediği kabahati sonunda öğrendim. Kendisine kaba davranan hemşireye tükürmüştü, işe bakın ki hemşire hastanenin başhekiminin kız arkadaşıymış!
Şahançeri’nin bir hafta sonra hastanede randevusu vardı. Sabah erken-
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 403
den onu taksiyle götürdüm. 9:00’da resepsiyon camının önünde durduk. Önümüzde dört hasta vardı. Biz, hemen onların yanında durmuş, camın önünde konuşurken ellili yaşlarda siyah bir kadın geldi, yanımızdan geçti, kuyruğa girdi. Arkadaşım sinirlendi, yüzüne kan hücum etti. Kadını kendi haline bırakması için ikna etmeye çalıştım, çünkü biz tam kuyrukta değil, biraz dışında duruyorduk ama beni dinlemedi. Kadınla kavga etti. O zaman resepsiyondakiler camı açtılar, Şahançeri onlarla da kavga etti. Sonunda arkadaşımı yatıştırdım, sıramız geldi, resepsiyonun camına yanaştık. Oturmamızı söylediler; sıramız gelince bizi çağıracaklardı.
Salonda bekleyerek iki saat bankta oturduk. Bizden çok daha sonra gelen hastaların çağrıldıklarını gören Şahançeri’yle ben sırayla, başkaları çağrılıp kabul edilirken bizim neden bu kadar uzun zaman beklediğimizi tesepsiyondakilere defalarca sorduk. Her defasında bize aynı şeyi söylediler: “Sıranız gelince çağıracağız!”
Uç buçuk saat bekledik. Hasta arkadaşım o kadar sinirlendi ki patlamadan ya da bayılmadan önce bir şey yapmam gerektiğini hissettim. Beni beklemesini söyledim, cama gittim, tesepsiyondakilere yöneticiyi görmek istediğimi söyledim. Benden bu zevki esirgediler. Bu durumda kendim aramaya başladım, sonunda yöneticinin ofisini buldum, işe bakın ki genç bir hanımdı. Üzerindeki “G.A. Press”i fark etmesini garantiye alarak kartvizitimi verdim, saat 9:00’da randevusu olan bir hastayı hastaneye getirdiğimi ve hâlâ sıra beklediğimi söyledim. “Hastaları almayacaksanız neden randevu verdiğinizi söyler misiniz bana?” dedim.
Sakinleşmemi söyledi, neden söz ettiğimi sordu.
“Peki” dedim, “benimle gelin. Hastanın durumunu ve kendisine randevu veren doktoru görmesine izin veremeyen personelinizi size göstereyim.”
Kabul etti, benimle geldi. Bay Lee’yi tanıdı. Sonra genç hanımı cama götürdüm, “Personelinizin bu mensupları arkadaşıma ve bana üç buçuk saattir ‘Sıranızın gelmesini bekleyin!’ diyorlar. Adı Bay Şahançeri Liy” dedim.
Bizi bu kadar uzun süre bekletmelerinin mantıklı bir nedeni olmadığını kısa sürede öğrendi, bunu kötü niyetle yaptıklarını anladı, özür diledi, arkadaşıma doktora kadar bizzat eşlik etti.
Doktor muayeneyi bitirdiğinde arkadaşımı evine götürdüm, hatalarından ders almayı öğrenmesini, insanlarla iyi geçinmeye çalışmasını söyledim. Aniden parladı, öfkeyle “Haksız mıydım? Biz o kadının önünde değil miydik?” dedi.
“Çerkesler bir hanımla kavga etmezler ya da kapışmazlar!” dedim. “Ka-
dmlara saygılı davranırlar. İkincisi, onunla ve resepsiyon görevlileriyle ga ecmeseydin saatlerce önce sen eve, ben de matbaama dönmüş olurduk”
New York Hukuk Mahkemesinin davayı karara bağlayacağı zaman yaklaşıyordu. Anlaşmazlığa düşen tarafların ön duruşma oturumlarının bazısı çoktan başlamıştı. Dolayısıyla, İngilizceyi doğru düzgün konuşamayan arkadaşım, bir avukatın yeterli olduğunu söylesem de, Rusça konuşan iki avukat tutmuştu.
Bir gün beni ön duruşma oturumlarından birine götürdü, konuşma hakkım olmaksızın mahkeme salonuna alındım. Salonda yargıç yoktu. Uzun bir masanın bir ucuna oturdum. Öbür ucuna mahkemenin steno-cusuyla çevirmen hanım oturdu. Arkadaşımla avukatı masada davalıyla avukatının karşısına oturdu.
Oturum başladı, davalının avukatları arkadaşım Bay Lee’ye sorular sormaya başladılar. Arkadaşımın yalan söylediğini ve avukatın bunu kanıtlamaya çalıştığını fazlasıyla ima eden bazı sorular aptalca, kötü niyetli geliyordu.
Seyretmek dehşet vericiydi. Arkadaşımın niyeti sezinlediği, çok içerlediği belliydi ama avukat durmak bilmiyordu. Acımasızca arkadaşımla uğraşıyordu. “Karşıdan karşıya geçerken trafik ışığını gördünüz mü? Ne kadar uzaktaydı? Ne kadar yüksekteydi? Kırmızı mıydı, pembe miydi? Trafik ışığına mı başka bir yere mi bakıyordunuz? Evet mi, hayır mı, Bay Lee? Bana açıklamaya çalışmayın! Yalnızca evet ya da hayır deyin!”
Şahançeri Liy önceleri onu sakin sakin cevaplamaya çalıştı. Ancak avukat aynı soruyu düşmanca bir tutumla ve güvensizlikle tekrar etmeye başlayınca sinirlendi, bağırmaya başladı. “Bu soruyu cevapladım! Ben, yalancı değilim! Neden bana işkence ediyorsunuz? Burası Amerika! Sovyet-1er Birliği değil! On beş yılımı Sibirya’da geçirdim! Yoksa beni deli etmeye mi çalışıyorsunuz” diye bağırdı. Kimi zaman sinirden ağzı o kadar kurudu ki, dili şişti, sözleri söyleyemedi, yani konuşamadı. Şaşkınlığa kapıldı, oturduğu yerden fırlayıp odadan çıktı. Bir süre sonra geri getirdiler, avukatının bazı sorulara ya da soru sorma tarzına karşı çıkmasına aldırmadan yavaş yavaş aynı işkenceyi ettiler.
Bütün bunların yanı sıra, çevirmen Bay Lee’nin sözlerinin ya da ifadelerinin bazısını doğru düzgün çevirmedi ve Rusça konuşan avukat buna itiraz etmedi. Sonunda buna daha çok katlanamadım, bir kâğıda not yazarak avukata verdim: “Müvekkilinizin ifadelerinin yanlış çevrilmesine neden itiraz etmiyorsunuz?” Avukat bana hiçbir şey söylemedi ama o gün
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 405
Öğleden sonra arkadaşıma iyi bir çevirmen getirildi.
Birkaç hafta sonra hukuk mahkemesi arkadaşımın davasını karara bağladı ama iki avukatı, araba kazasında yaralanmasının tazminatı olarak aldığı 170.000 doların neredeyse yansını ondan aldılar.
İbrahim Koble
I978’de ağabeyimi ikinci kez Amerika’ya davet ettim. Neyse ki vize aldı, çok gecikmeden beni ziyarete geldi. Sık ziyaretlerin ve arkadaş davetlerinin arasında, kısa süre sonra ikimizin, yurda dönen akrabalarımız ve arkadaşlarımızla ilgili sohbet etme şansımız oldu, bana “Kadirbek, İbrahim Koble’yi tanıyor musun?” diye sordu.
Bu soruyu bana neden sorduğunu merak ederek bir an duraksadım. “Kim o?” dedim?
“Bir gün köyümüzün mezarlığında bir cenazedeydim” dedi. “Bu yaşlı adam bana gelip, ‘Sen Ishak Natho’nun oğlu musun?’ dedi. ‘Evet’ dediğimde, ‘Kardeşin giderken bir gece benim evimde kaldı’ dedi. Onda mı kaldın?”
“Olabilir” dedim. “Nereli?”
Ağabeyim, “Afipsipli” dedi.
“Aman Tanrım!” dedim. “Bir gece Afipsip’te bir çiftin evinde kaldığım doğru ama adlarım unutmuşum... İbrahim Koble! Bu adı hatırlıyorum şimdi. Otuz beş yıl önceydi! O zaman elli beşini geçmiş olmalıydı. O tarihte elli beş yaşın üzerindeki bütün erkekler Kızıl Ordu’da silah alcına alınmıştı. Hâlâ sağ mı? Nasıl görünüyor?” dedim heyecanla.
Nacib yine bir gece onda kaldığım doğru mu diye sordu.
“Kesinlikle doğru!” dedim. “Bir gece evinde kalmam için ısrar etti... İkimizle de aynı biçimde tanışması tuhaf. Tek fark, seninle otuz beş yıl sonra mezarlıkta, benimle II. Dünya Savaşı sırasında Panehes’e giderken yeni bir sığınmacı olarak köyünden geçtiğimde tanışmış olması. Ağabeyime, eşinin isteği üzerine Nıse, Asia ve Nusya’yı köyümüzden Taktamu-kay’a götürdüğümü, geri çekilen ve beni götürmeye çalışan Alman askerlerinden nasıl kaçtığımı, Afipsip’e nasıl geldiğimi, babamın iyi arkadaşı olduğunu söyleyen İbrahim Koble’nin bir gece evinde kaldığımı, beni Panehes’e, Bibolet Abaza’ya nasıl gönderdiğini, orada İbrahim Koble’nin bilgim olmadan cebime yedi yüz elli ruble koyduğunu fark ettiğimi anlattım.
“O günlerde büyük paraydı bu, bir köylünün kazanması zordu” dedi ağabeyim.
“Biliyorum” dedim, “ama İbrahim Koble o günlerde bana böyle sevecen davrandı!”
406 KADİR NATHO
“O günlerde bu yaşlı Çerkeslerin birbirlerine davranışlarındaki ge|j neksel saygı eşsizdi” dedi ağabeyim.
“Nasıl? Nasıl görünüyor?” diye sordum.
Nacib, dinç olduğunu söyledi.
Bunu duyduğuma sevindim. “Aman Tanrım!” diye bağırdım. “Onun, la karşılaştığımda elli beşini geçmişti! Şimdi doksanın üzerinde olmalı!”
Nacib bana inanamadı. İbrahim Koble’nin altmışını bile geçmediğin-de ısrar etti.
Ağabeyime adamın cüssesini, yaklaşık boyunu, kilosunu sordum, Ib-rahim Koble’nin pipo içtiğini öğrendim ondan. Ona takım elbise ya da palto alamayacağımı düşündüm, bedenine uymayabilirdi. Bu nedenle iki çift yün iç çamaşırı, kaşmir süveterler, pantolonlar, çoraplar, gömlekler, iki pipo, torbalarca güzel kokulu tütün aldım ve Nacib’ten onu özel olarak ziyarete gitmesini, içten selamlarımı iletmesini, bana gösterdiği konukseverliğe teşekkür etmesini ve mütevazı hediyelerimi lütfen kabul etmesini istemesini istedim.
Bu, 1978’deydi.
Mal Sahibine Dava
Matbaamı taşıdığım 752 Broadway’deki bina geniş bir iş hanıydı ve içindeki diğer altmış beş küçük işletme başarıyla işletiliyordu. Ancak 1980’de bu binayı satın alan ve iş hanından konuta çevirmeye karar veren adam, hepimize binayı boşaltmamız için yazılı bildiri gönderdi ve herkesi korkuya düşürdü.
Sonuçta binadaki iş sahipleri acil toplantı çağrısı yaptılar, yeni mal sahibine ortak dava açma kararı verdiler, iyi bir avukat bulmak ve medyayı bilgilendirmek için bir komite seçtiler. Yeni mal sahibine ortak dava açma fikrine katılmadım. Toplantıya katılan kadınlarla erkeklere tek bir mal sahibine, yani bütün iş girişimlerini mahva sürükleyen yeni mal sahibine karşı altmış beş iş adamının ayrı ayrı dava açmasının çok daha etkili olacağım ve medyanın daha çok dikkatini çekeceğini belirttim ama önerimi kabul etmediler. Bu durumda mal sahibine ayrı dava açacağımı söyledim, toplantıyı terk ettim.
Küçük işletme sahiplerinin davası çok sürmedi. Mal sahibine açtıkları davayı kaybettiler, yeni mal sahibinin talep ettiği gibi binayı boşaltmaları söylendi. Bazıları, avukatın rüşvet aldığından kuşkulandı. Ben, henüz kurmaya başladığım küçük işletmemi mahva sürüklediğini iddia ederek
ÇERKESYA'DAN AMERİKA’YA 40?
mülk sahibine dava açan küçük esnafların sonııncusuydum. Bu nedenle, işime sekte vurduğu için bana tazminat ödemeli ve dükkânda bulunan ağır araç gerecin yerinde kalmasına izin vermeliydi, çünkü onları dükkândan çıkarma masrafını karşılamaya bütçem elvermiyordu.
Bütün iş adamları yeni mal sahibine açtıkları davayı kaybettikleri için, ne ben ne de bir başkası kazanacağıma inanıyordu. Bu nedenle, mahkeme götüremediğim bütün araç gereçle stokları dükkânda bırakabileceğimi bildirince şaşırdım. Binamdaki herkes beni kutladı.
Komşum ve Arkadaşım Mike Pajak
Aşağı Manhattan’da matbaamı taşıyabileceğim bir yer aramaya başladım ama nereye gitsem, iyi semtlerde kiraların iki hatta üç katına çıktığını anladım. Kötü bir semte taşınmayı düşünmezdim bile, çünkü rnüşterilerim oraya gelmezlerdi.
İyi arkadaşım ve komşum Mike Pajank bir gün dükkâna geldiğinde bu durumdaydım. “Kadir” dedi, “kiralık dükkân arama. Brookiyn’in Greenpoint semtinde geniş bir bina aldım. Araç gerecini oraya taşı. İkimiz de sığarız. Temiz bir Polonyalı semti. Doğu Nehri’nin tam karşısında.”
Aslında ne demek istediğini anlayarak, “Ciddisin, değil mi, Mike?” dedim. Kocaman gülümseyerek başıyla onayladı. “Komşular ne gün içindir?” dedi. Sonra, “Çerkeş âdeti!” diye ekledi.
Halkım boşuna “İyilik yap, denize at” demiyor. Genç komşum kendisine yaptığım iyiliği unutmamıştı. Araç gereci taşımama bile yardım edecekti. Arabasıyla beni oraya götürüp matbaasında bana vereceği bölümü gösterdi. Yeri beğendim ama müşterilerimin çoğu oraya gelip gitme zahmetine katlanırlar mı, kuşkuluydum.
Birkaç gün sonra Mike’a gittim, yer için benden adil bir kira alırsa bir linotiple gerekli yardımcı araç gerecin bazısını getireceğimi söyledim. Önce benden kira almayı kesinlikle reddetti ama sonunda önerimi kabul etti, küçük işletmemi onun Brookiyn’in Greenpoint semtindeki yerine taşıdım. Bu durumda, Polstar Yayınevi’yle G.A. Press aynı çatı altında çalışmaya başladı. Mike, Nicholas and Nadiusha romanımın kutulara koyulmuş beş yüz adedini bile taşıdı, kendi matbaasının bir köşesine yığdı.
Dilbilimci Bir Hanımla Tanışma
Bir gün iyi giyimli bir hanım, elinde Circassian Stariz matbaama geldi. Bana Çerkesçe selam verdi, kendisini dilbilimci olarak tanıttı. Bu kibar
408 KADİR NATHO
hanımın anadilimi konuştuğunu duymanın beni ne kadar şaşırttığı„| sevindirdiğini bilemezsiniz. Çerkeş değildi ama söylediği birkaç sözcüğü çok iyi telaffuz ediyordu.
Polstar Yayınevi hanım misafirimle konuşulmayacak kadar gürültü-İÜ olduğu için, bir fincan kahve içmek için yakındaki kafeteryaya davet ettim onu. Sohbetimiz sırasında, bir grupla Kafkasya’ya gittiğini, hatta İsrail’deki Çerkeş çocuklarına daktilo yazmayı öğrettiğini söyledi. l|. ginç bir dergi yayımladığımı düşündüğü, özellikle dergide yayınladığım Çerkesçe-Ingilizce Sözlük’le ve bu konuda bana yardım etmekle, hatta sözlüğü hazırlayıp yayımlamak için ABD hükümetinden bağış almakla ilgilendiği için beni görmeye geldiğini söyledi. Ansızın ortaya çıkması ve aşırı coşkusu beni temkinli davranmaya itti ama sözlük konusundaki ilginç önerisini görmezlikten gelemezdim.
Gittikten sonra bile onu düşünüp durdum. Çerkeş diline mükemmel hakimiyetiyle beni çok etkileyen başka bir dilbilimciyi hatırlattı bana, Dilbilimci hanımdan farklı olarak o bey Çerkesçeyi, özellikle edebi dili, grameri ve telaffuzuyla kusursuz, akıcı konuşuyordu. Bayan Naval Naci, Paterson şehrinde onu benimle tanıştırmıştı. Okumam için bana Yeni Ahit’ten yaptığı mükemmel çevirinin bir bölümünü vermişti. Başka birinin bundan daha iyi bir çeviri yapabildiğini sanmıyorum.
Onları ne kadar çok düşünürsem dilbilimcilikleri o kadar az temiz geliyordu bana. Örneğin, Yeni Ahit’i Çerkesçeye, dünyada çokküçükbir etnik grubun konuştuğu dile çevirmekle neden ilgilendiklerini anlayamı-yordum. Sonra Prof. Collaruso bu resme girdi. Çerkesçeyi pek konuşamayan, arkadaşım Raşid Tfıağapso’nun öğrencisi bu profesör Çerkeş Narı Destam’mn ve pştnatle adım verdiği efsanelerini çevirmek için ABD
hükümetinden büyük bir bağış almıştı. Ona Şapsığ metinlerini çevirdiğim için bana, Bjeduğ metinleri için Raşid Thağapso’yla İsa Torkaho’ya, Kabardey metinleri için Macida Hilmi’ye (Habjoka) ödeme yapıyordu. Öyleyse Çerkesçe-Ingilizce sözlük hazırladığım için ABD hükümetinden bağış almam olanaksız mıydı.^
Bir gün dilbilimci hanımı Manhattan’daki evime davet ettim, sohbeı edip Anne’in ikram ettiği hoş kokulu Türk kahvesinin keyfini çıkarırken bana iki şeyi açıkça söylemesini istedim: (1) Sözlüğü hazırlamama yardım ederken ne yapabilirdi? (2) Sözlük için bağış alırsak ya da aldığımızda kendisi için ne yapmamı isteyecekti?
Cevabı tam yerindeydi. Benim için sözlükteki sözcükleri bilgisayara girecekti (bilgisayar henüz oldukça yeni kullanılıyordu), karşılığında, ba-
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 40Ç
ğışı aldığımızda onun seyahat giderlerini ödeyecektim.
Daha sonra bana Connecticut’taki yerinde, sözlük hazırlamakta uzman olan bir konuk profesör bulunduğunu söyledi, sözlük projesini ve bağışı onlarla tartışmak için beni oraya davet etti. Bayan Macida Hilmi’ye bundan söz ettim. Fikri beğendi, arabasıyla bizi Connecticut’a götürdü. Dilbilimci hanımla konuğu bizi güler yüzle karşıladılar, bütün gün bize konukseverlik gösterdiler. Yine de bütün bu sürede ne hükümetin vereceği bağış ne de bağışı aşağı yukarı ne zaman alabileceğimle ilgili onlardan bilgi alabildim. Sonunda sabrımı yitirdim, bilgi vermek istemiyorlarsa beni neden davet ettiklerini sordum. “Hükümetten bağış almam için gereken zamanı ayıramıyorsanız, en azından almanın yöntemini söyleyin bana” dedim.
“Size vermezler! Bağlantılarımız olduğu için biz alabiliriz!” dediler.
Açıkçası, her yerde aynıydı. “Rüşvet Yüksek Sovyet’ten daha yüksektir” Sovyetler Biriliği’nde atasözü haline gelmişti. Benzer biçimde, Amerika’da da “Ne bildiğin değil, kimi tanıdığın” önemliydi!
O akşam ayrılırken arkadaşlarıma çok kızmıştım ama ilişkimizi bitirmedi bu. Dilbilimci hanım aynı amaçla beni görmeye gelmeye devam etti, giderek, bağışı almadan önce bile sözlüğü hazırlamama yardım edecek insanlardan söz etmeye başladı. Sonunda, kendisinin ya da başka birinin sözlükte kimin yardım edeceğini bana “önermemesini” açıkça ve kararlılıkla belirtmek zorunda kaldım.
Circassian Star dergimin dürüstlüğünü korumak, dış etkilerden, özellikle de herhangi bir biçimde ya da tarzda onu denetlemeye çalışacak unsurlardan uzak tutmak niyetimi dilbilimci hanıma söyledim. Hiçbir bağış ya da hiç kimseden başka tarzda bir yardım almamamın nedeni belki buydu.
Bazı arkadaşlarım derginin dürüstlüğünü korumakta aşırı temkinli davranmakla beni suçladılar ama ben onun bağımsızlığı için elimden geldiğince çaba göstermekten büyük gurur duydum.
Çerkeş Araştırmaları Enstitüsü’nün Kurulması
Çerkeş Araştırmaları Enstitüsü kurma fikri, 1970’lerin başında New York’ta Şevçenko Bilimsel Araştırma Enstitüsü’nün işlerini basmaya ve ulusları için derleyip yayımladıkları paha biçilmez araştırma çalışmasını ve akademik malzemeyi anlamaya başladığımda aklıma gelmişti. Amerika’daki biz Çerkeslerin de kendi halkımız için aynı şeyi yapmamız gerektiğini düşünerek, eğitim görmüş bazı arkadaşlarımla — özellikle Dr. Cevat
410 KADİR NATHO
İdris, Kerim Bjasso, Bayan Macida Hilmi, Dr. Hayreddin VarokuaveO Basil Stassis’le — konuşmaya başladım. Söz konusu işin çok güç olmad, ğma onları ikna etmeye çalıştım. Yapacağımız tek işin enstitüyü kurrtial; varlığından üniversiteleri, kolejleri, belli başlı kitaplıkları haberdar etme|ç ve Çerkeş ulusumuzun tarihi, kültürü, dili, gelenekleri ve folkloru kak kında istedikleri herhangi bir bilgiyi onlara sağlamaktan mutluluk duya-cağımızı söylemek olduğunun güvencesini verdim. Bir konuda talep gelj, de, onlara bilgi sağlayamazsak Adıgey, Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkes ve Abhazya’daki araştırma enstitülerinin personelinden her zaman işbirliği talebinde bulunabilirdik. Bu arada araştırma yapmak ve yılda bir kez ulusumuzun ender akademik kitaplarından birini yeniden yayımlamak yeterli olurdu... Ancak arkadaşlarım beni çok hırslı olmakla suçlayıp durdular, böyle bir projeyi ele alabileceğimize yıllarca ikna olmadılar.
Sonunda, Kerim Bjasso’nun Maryland’den New York’a geldiği I970’le-rin sonunda bu fırsattan yararlanarak, enstitüyü tartışmak için arkadaşlarımı Manhattan’daki evime çağırdım. Kerim Bjasso, Macida Hilmi, Dr. Hayreddin Varokua ve Basil Strassis geldi. Çerkeş Araştırmaları Enstitüsü için hazırladığım programı onlara sundum ve halkımız için yapabileceğimiz önemli işi vurguladım.
Besbelli program onları etkilemişti. Hiçbir noktasına karşı çıkmadılar. Bunun yerine, bazı ekler ve düzeltmeler önerdiler, Çerkeş Araştırmaları Enstitüsü’nün kurulmasını en sonunda kabul ettiler, merkezinin geçici bir süre için Bayan Macida Hilmi’nin evi olmasına oybirliğiyle karar verdiler.
Bundan sonra aramızda beş yüz dolar toplayarak Dr. Hayreddin Varo-kua’ya verdik, avukat tutmasını ve Çerkeş Araştırmaları Enstitüsü’nün vergiden muaf olduğuna dair New Jersey Eyaleti’nden izin belgesi almasını istedik.
Dr, Hayreddin Valokua görevi layıkıyla tamamladı, izin belgesini birkaç hafta içinde aldık. Ancak çalışma arkadaşlarımızın. Dr. Hayreddin Varokua’yla Dr. Basil Stassis’in Suudi Arabistan’da iyi para verilen konumlar bularak oraya gitmeleri nedeniyle, enstitü projesinin üzerinde çalışmayı kısa süre sonra ertelemek zorunda kaldık.
Masonlara Kattlma Önerisi
Yıllardır iş avukatım olan Bay Tresnovvski’nin bir gün ansızın mason olduğunu söyleyip benim de mason olmamı istemesi beni çok şaşırttı. Tek yapmam gerekenin yakınımdaki localardan birine gidip başvuruyu doldurmam olduğunu söyledi. Beni onlara şiddetle övecek ya da istersem
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 41I
başvuruyu kendisi getirecekti.
Bunun ondan geldiğini duymak beni şaşırttı, çünkü bunca yıldan beri onun mason olduğundan hiç kuşkulanmamıştım. New Jersey’deki Karaçay arkadaşım Ali Butay’ın birkaç yıl önce bana aynı öneride bulunduğunu, mason olduğumda her tür yardımı göreceğimi söylediğini kuşkusuz bilmiyordu. Arkadaşımın önerisini söylediğim Anne bile, iyi bir yazar olduğumu ve birkaç yıl içinde beni milyoner yapacaklarını söyleyerek, onlara katılmam için beni teşvik etmişti. Sorun, büyük bir örgüte katılmaktan nefret etmemdi. Büyük bir örgüte alet olmayı, başka her şeyden daha çok değer vermemin öğretildiği özgürlüğümü ve bağımsızlığımı kaybetmek istemiyordum yalnızca.
Bu düşünceler kafamda dönüp dururken, “Hemen karar vermen gerekmiyor” dedi Bay Tresnowski. “Düşün, bana bildir.”
Ona, Ali Butay’a verdiğim aynı cevabı vermeliydim. Gülümsedim. “Söyle bana dostum. Masonlar örgütlerine katılırsam bana aylık verecekler mi?” diye sordum.
“Kuşkusuz vermeyecekler!” dedi. “Sen her ay onlara üye aidatı vereceksin.”
“Bu durumda cevabım, hayır!” dedim kararlılıkla. “Hiç kimseye aylık vereceğimi sanmıyorum.”
Beni hata yaptığıma ikna etmeye çalıştığında, bir Sovyet kolhozundan kaçtığımı, emir almak için bir başkasına katılmaya niyetim olmadığını söyledim.
Bir Akrabayla Tanışma
Bir gün Adam Tohtamış Paterson’dan beni aradı, İsrail’in Kfar Kama köyünden gelen akrabam Janette’le eşi Ahmet Hahu’nun kendisine konuk olduklarını söyledi. Janette’in Natho soyundan geldiğini sanıyordum, Adam’a birkaç soru sordum, neredeyse bir aydır onun konuğu olduklarını öğrendim. “Neden daha önce bildirmedin bana?” dedim, Anne’e haber verdim, garajdan arabamı aldım, New Jersey’e gittim.
Konukların, Janette’le Ahmed’in yeni evli, balayında genç bir çift olduğu ortaya çıktı. İsrail’in Kfar Kama köyünden gelmişlerdi. Janette, Halid Natho’nun kızıydı, anne tarafından Şhalaho’ydu. Kfar Kama’da Adam Tohtamış’la tanışmışlardı ve Amerika’ya geldiklerinden beri onun konuğuydular.
Geldiklerinden bu yana hiçbir Çerkesle tanışmadıklarını çok geçmeden öğrendim. Onları arkadaşlarıma, önce Aida’yla Boris Koble’ye, sonra Katya’yla Kerim Subzoko’ya götürdüm. İki aile de onları sıcak, konukse-
412 KADİR NATHO
Verlikle karşıladı, yeni evli olduklarını öğrenince hem Aida hem de Kaiy, düğün hediyesi olarak Janette’e altın bir kolye verdi. Onları eve getitjj, ğimde, Anne de aynı biçimde davrandı.
Sevimli genç çifti sevmeyi kısa sürede öğrendik ama birkaç gün son-ra bizi bırakıp İsrail’e döndüler. Giderken, Amerika’daki arkadaşlarımdan gördükleri dostça karşılamanın kendilerini derinden etkilediğini söyledilet.
Halil’le Oklahoma’mn Tulsa Şehrinde
Türkiyeli genç Çerkeş Halil bir akşam bana telefon etti, beni ziyaret edip edemeyeceğini sordu, beni görmeye evime geldi. Oturmuş konuşurken beni görmesi öğüdünü arkadaşım Edik’in verdiğini söyledi. Çerkesçeye mükemmel hakimiyeti beni şaşırttı. Bunun için onu övdüğümde gülümsedi, “Amerika’ya geldikten sonra Çerkesçe konuşmayı öğrendiğime inanır mısınız?” dedi.
“Ne kadar ilginç!” dedim.
Yine gülümsedi, bu ülkeye geldikten kısa süre sonra Paterson’daki Çerkeslerin buluşma yeri olan Talustan Yeşeko’nun küçük restoranına gittiğini söyledi. Orada tanıştığı Çerkeslerin arasında, Halil’in büyük saygıyla selam verdiği Şaban Küba varmış. Şaban, Halil’e Çerkesçe bilip bilmediğini sorunca, anladığı ama konuşamadığı cevabını vermiş.
Şaban, “Çerkesçe konuşmuyorsan sen nasıl Çerkessin?” demiş.
Şaban Koble’nin bu sözü üzerine Halil Çerkesçe öğrenmeye karar vermiş,
Çerkesçesinin her hecesini o kadar net ve mükemmel telaffuzu ediyordu ki söylediklerine pek inanamadım ama nasıl öğrendiğini ya da ona kimin yardım ettiğini anlamaya çalışmadan, anadilimize iyi hakim olduğu için onu yine övdüm.
Halil bu ülkeye gelişinin ilginç öyküsünü de anlattı. Ürdün’de Çerkeş köyü Naur’da doğmuş. Bebekken ailesi Türkiye’ye taşınmış, İstanbul’da bir restoranda garsonluk yapmış. Restoranının sahibi çalışmasını beğenmiş, aşçılık dersleri alması ve şef olması için onu Londra’ya göndermiş. Buradan Kanada’ya gelmiş. Oradan kaçak olarak Amerika’ya geçmiş, New York’ta Restoran 666’da garsonluk yapıyormuş.
Genci beğendim, kendi alanında bir iş yeri açmakla ilgilenmeyi düşünürse onu, Oklahoma’nın Tulsa şehrinde yiyecek içecek işi yapan arkadaşım Jançeri Upçejoko’ya götüreceğimi söyledim.
Heyecanlandı ve birkaç gün içinde, her eyalette -Pennsyivania, Ohio,
ÇERKESYA'DAN AMERİKA'YA 413
Montana ve Kansas’ta- neredeyse farklı olan kırsal bölgelerin çeşitli manzaralarının keyfini çıkararak, bir Greyhound otobüsüyle oraya gittik. Kırsal bölgede büyüdüğüm için, beni en çok etkileyen bu eyaletlerin bazısındaki geniş çiftlik alanları, özellikle de ovalarda geniş alanlara yayılmış mısır tarlalarıydı, görünürde çalışan kimse yoktu, sanki bunlar insan emeği ya da teri olmadan kendi başına yetişiyordu. Böyle tarım alanlarında kadın erkek yüzlerce köylünün yan yana, ellerinde çapalarla eğilmiş, ter içinde yabani otları temizlediğini görmeye alışıktım ben. Burada emek veren tek bir köylü, hatta çalışan tarım makineleri bile görmedim. Bunları nasıl, ne zaman ekiyorlardı? Hayret ettim.
Bir akşam geç saatte Tulsa City’ye geldik, otele giriş yaptık. Oradan arkadaşım Jançeri Upçejoko’yu aradım, genç bir Çerkeş arkadaşla birlikte kendi şehrinde olduğumu söyledim. Önce şaka yapıyorum sandı ama giriş yaptığımız otelin adını söyleyince yarım saatte arabasıyla geldi, doğrudan evine gelmediğimiz için burnundan soluyarak bizi azarladı.
Ona arkadaşımı tanıştırdım, onu görmeye gelmemizin nedenini söyledim. Fikri beğendi ama yiyecek içecek sorumlusu olduğu kendi oteline giriş yapmamızda ısrar etti, isteğine uyuncaya kadar gitmeye yanaşmadı. Otelinde yiyecek ve konaklama masrafımızı kendimiz ödememize söz verinceye kadar kımıldamayı kabul etmedim.
Otele giriş yaptıktan sonra bizi evine davet etti, eşiyle ve ergenlik çağındaki oğlu Jiggit’le tanıştırdı. Ne yazık ki sevimli eşinin adını hatırlamıyorum ama anne tarafından Amerikalı Kızılderili, baba tarafından İngiliz’di.
Tulsa’da bir hafta kaldık, her geceyi Jançeri Upçejoko ve sevimli eşiyle geçirdik, ikisi de bizimle olmaktan memnundu ve bize çok sıcak davrandı. Yolculuğun iş yanı gerçekleşmediyse de, Jançeri ve eşiyle unutulmaz bir hafta geçirdik, onlarla birlikte olmanın keyfini çıkardık, birlikte yakın çevrelerini gezdik.
Anne’in Ölümü
I980’lerin sonunda Anne’de bir dolaşım sorunu ortaya çıktı, ona bakmak için matbaayı bırakmak zorunda kaldım. Aile doktorumuzun bize salık verdiği gezici hemşire belirlenen tedaviyi uygulamama ve evin günlük işlerini yapmama yardım ediyordu. 31 Mart 1981’de Anne’in göğsünde sıvı toplandı. Acil çağrı numarasını aradım, ambulans geldi, Anne’i Lenux Hili Hastanesi’ne götürdük, hastaneye yatırıldı. Doktorlar üç hafta kadar ilaç tedavisi uyguladılar ve göğsündeki sıvıyı boşaltmaya çalıştılar, zamanımın büyük bölümünü başucunda, ona bakmakla geçirdim ama
414 KADİR NATHO
hiçbir şeyin yararı olmadı. 19 Nisan 1981’de gözlerini yumdu. Yalm^ çok bağlı, sevgi dolu bir eşi değil, bir insanın sahip olabileceği en iyi da kaybettim. Her Şeye Kadir Tanrı cennette onun ruhunu şad bana gösterdiği sevecenlik için onu bol bol ödüllendirsin.
Onu kaybetmek doğal olarak beni derinden sarstı. Arkadaşlarım Şj, hançeri Liy, Ruslan ve Edik Bjasso, Katya ve Kerim Subzoko ailesiylj Sonia ve Teuçej Blanağaptsa ailesi, Çerkeş Hayır Derneğinin üyelerini,, birçoğu o acılı günleri benimle paylaştılar. Onların yardımıyla Annc’i derneğimizin mezarlığına -New Jersey’nin Paramus ilçesindeki George Washington Anıt Mezarlığına- annesinin yanına gömdüm.
Şahançeri Liy’in Evliliği
Arkadaşım Şahançeri Liy, Zekia Toqa’yla evlenmeye karar verdiğini söyleyince memnun oldum. Zekia Toqa’yla, arkadaşım gibi Hajret Kabardeyi olan ve hasta eşine bakması için onu Amman’dan getiren Tim Nahuj’un evinde tanışmıştı. Bundan birkaç ay sonra arkadaşım Şahançeri Liy'ylc Zekia Toqa evlenmeye karar vermişlerdi.
Dostumun bir hayat arkadaşı bulduğunu duyunca sevindim. Zekia’dan farkı olarak, Şahançeri’nin ilk evliliğiydi bu. Zekia’nın daha önce evlendiği Kabardeyli sığınmacı onu ve oğlunu terk etmiş, anayurduna dönmüştü. Oğlu şimdi on dokuz yaşındaydı ve Amman’da yaşıyordu. Buna brşın, boy bos ve görünüş olarak birlikte hoş bir çift gibi görünüyorlardı. Arkadaşım Zekia’dan on beş yaş büyük olmasına karşın göstermiyordu.
İkisi de yaşını başını aldığı için, düğün şenliği istemediler. Onları New York’ta 666’ya götürdüm yalnızca. Buradan upuzun bir limuzinle Şahançeri Liy’in geniş evine götürdüm, uzun, sağlıklı ve gönençli bit evlilik yaşamı dileyerek oraya bıraktım.
Ne var ki Şahançeri ölçüsüz bir adamdı. Zekia’yı modern, modaya uygun bir hanım haline getirmeye çalışarak pahalı makyaj malzemeleri almaya başladı. Aynı zamanda Amman’da yaşayan oğlunu yasal olarak Amerika’ya getirinceye kadar, sözümü dinlemeyerek her ay ona hesapsızca para gönderdi. Bir süre sonra Zekia, Şahançeri Liy’in hiç durmadan konuştuğunu, Zekia başını çevirirse, Şahançeri’nin öbür yana geçip onunla konuşmaya başladığından şikâyete başladı.
erotik shop

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder